Arşiv

 Yankı, Çatışma ve Güzeleylem

KÂİNATA KONUK olarak gönderilen insana kâinattaki yerinin güzel olması gerektiği bildirilmiştir. Vahiy, insandaki hamlığı, kabalığı, vicdansızlığı, korkuyu, riyayı, hayvanîliği güzele dönüştürme niteliği taşımaktadır. Ancak insandaki güzele dönüşme olgusu, vahye kulak veren insanın gösterdiği çabayla orantılıdır.

Bir kabirde açılmış bir delik gören İslâm Peygamberi (a.s.m.), buranın kapatılmasını emreder. Kendisine sorarlar: “Bunu yapmanın kabirdekine bir yararı olacak mı?” Bu soruya “Hayır” karşılığını verir İslâm Peygamberi, “Ona ne yararı, ne de zararı var; fakat dirilerin gözünü rahatsız eder.” İslâm’daki estetik anlayışının kaynağı olabilecek bir söz bu. Yaşamın her alanını içine alan bir güzel bakış. Yalnızca görüntü güzelliğini vurgulayan bu bakış, insanın tüm davranışlarını; başka insanlarla, hatta hayvan, bitki ve cansızlarla ilişkilerini, iç dünyasındaki arayışlarını, yönelişlerini düzenleyici bir mahiyet sergilemektedir.

İnsan ‘cemalperestlik,’ ‘güzellik sevdası,’ ‘kemalâta meftuniyet’ hisleriyle dolu olduğundan kâinattaki güzelliği fark edebilir bir özellik taşımaktadır. Diğer yaratılmışların güzel sanatlar alanında eser verememelerinin sırrı da burada yatmaktadır. Onlar yalnızca kendilerine ilham edileni yapmakla yükümlüdür. İnsan ise hem kendindeki cevheri, güzeli arama ve güzele yönelme özünü, hem de varlıklardaki güzelliği keşfetme iştiyakını ve söylemini ‘yakalamak’ zorundadır. Ne ki güzelliklerin âyine olduğunu, sermedî güzelliklerin yansıması, yani sonsuzluğun yankısı olduğunu hiçbir zaman unutmamalı insan bu iklimde.

Sahiller sınır çizer daima güzelliğe. Güzellik ölümsüz duyguları, öteleri terennüm etmek ister. İlk kez söylenmek, ilk kez yazılmak, ilk kez bestelenmek; güzelliğin hiç değişmeyen çığlığıdır. Herşey ilk kez yazılır, söylenir, bestelenir; ama bin yıllara uzanan yolculuğumuz bize değişmezliğin saf şiirini taşır durur.

Günlük yaşantının alışılmışlığını, ülfet perdesini yırttığımız oranda kâinatın esrarlı güzelliği bizi hayret ve hayranlık derinliklerine çeker. Bu derinliklerin cazibesine kapılabilmek için ne akademik bir kariyer gerekir, ne de çok fazla bilgi. Yeter ki bir çocuk bakışıyla, önyargısız bir yaklaşımla, gönül saflığıyla bakabilsin insan, herşeye. Cemâlî ve celâlî güzelliklerin derûnundan kopardığı çiçeklerle süslesin hayatını.

Eşyada tecelli eden estetiğe kayıtsız kalan insan, hakikî güzellikten yoksundur. İnsanın yaptığı sanatı, eşyada tecelli eden sanattan daha yüksek gören kimse de müthiş bir yanılgı içindedir.

Gökgürültüsündeki, buluttaki, kıştaki, soğuktaki, gurbetteki, ölümdeki, musibetlerdeki hikmet güzelliklerini de görebilmelidir insan. Evini, masasını, yazısını, öyküsünü, romanını, resmini, hattını, ebrusunu, şiirini, bestesini, giyimini, yürüyüşünü, iletişimini güzelleştirebilmelidir aynı zamanda.

Her estetik, aslında aşkın olan’a çağrıdır. Sonsuzluğun yankısı olarak nitelendirdiğimiz estetik, bizi aşkın güzelliği görmeye davet etmekte, bize ebedî imlemektedir. İmanın ‘bir hüsn-ü mücerred ve münezzeh’ olduğunu düşündüğümüzde ise, tecessüsümüzü dıştan içe doğru uçurmuş, bilinç kuşumuzu yaratılmışlığın gizine yöneltmiş oluruz.

İnsanın lâtifeleri özgünlüğünü korudukça, insan hayat karşısında estetik tavır alacaktır. Hayat karşısında estetik tavır alabilen ve bu tavrını koruyabilen insan, kendi özgünlüğünü ve özgürlüğünü de koruyabilecektir. İnsanın kendisine ve başkasına zarar vermemesi bağlamında özgürlüğünü tadabilen kimse, duyarlılıklarını güzel davranışlara, sözlere dönüştürebilir.

Estetiği bulmamıza imkân veren bir varoluş şarkısını duyuyor, insan dışındaki diğer canlıların böyle bir kaygı ve imkâna sahip olamayışlarını bu noktadan değerlendiriyoruz. İşte bu yüzden şiir yazan kanguru, öykü yazan sincap, resim yapan zürafa yok. Suad Alkan’ın buradan yola çıkarak maddenin sanatın kaynağı olamayacağı düşüncesine varması, önemli bir noktaya işaret etmektedir.

Yaşadığımız dünyada ve içimizde sürekli çatışmalar yaşarken ‘estetik olan’ı nasıl bulabileceğiz? Bu çatışmalardan güzel sonuçlar çıkarmak ve sonunda—hatta başında ve içinde—İbrahim Hakkı’nın dediği gibi “Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler” demek mümkün olabilecek mi?

Çatışma, trajik, trajik olan kavramlarını düşünelim. Prof. Dr. Ramazan Kaplan, trajik ögeyi şöyle açıklar: “İnsanda derin etki bırakan her türlü davranış, her türlü düşünce ya da birbirine eşdeğer iki olgu karşısında seçme yapmak durumunda olan insanın durumu.” Binbaşı Asım’ı hatırlıyorum. Bediüzzaman’ın öğrencilerinden olan Asım, Üstad’ına zarar gelmemesi ve yalan söylememe ikileminde kaldığında üçüncü yolu ihtiyar etmiş, “Ya Rab, benim canımı al” niyazında bulunmuş, sıdk şehidi olmuştur. Ne Üstad’ına zarar verdirmiş, ne de yalan söylemiştir. ‘Estetik bir tavır’ sergileyerek, bu çatışmadan güzel bir sona ulaşmıştır.

Trajik ve trajedi konusunda Sadık Yalsızuçanlar’ın şu sözlerine de kulak vermeli: “Beden-ruh çelişkisinin Müslüman açısından trajik bir durum ürettiğini söyleyebiliriz. Nefsimizle vicdanımız arasında yaşadığımız çatışma... Biz gerçek trajediyi üreteceğiz. Trajediyi hakikî anlamına kavuşturacağız. Sonsuz bir hayata namzet olarak yaratılan insanın dünyevî tercihlerindeki trajiği anlatacağız. Hakikate sağırlaşan insanın dramını yansıtacağız. Dünyevî olanla uhrevî olanı tercih zorunda bırakılan insanın seçim güçlüğünü anlatacağız.” (Köprü, sayı: 55)

Nietzsche’nin çatışma anlayışını irdeleyen Beşir Ayvazoğlu, “esasen bu çatışmanın dünyanın özünde var olduğunu söyleyen Nietzsche’de hayatın bir anlamda trajedi mânâsına geldiğini” (Aşk Estetiği, Birlik Yayınları, s. 31) vurgulamaktadır.

İhtiyarlar Risalesi olan Yirmialtıncı Lem’a’da pek çok çatışmaya tanık oluruz; ancak buradaki çatışmalarda “trajik” bir sonu göremeyiz.

İnsan için asıl trajedi, günahın trajedisidir, küfrün trajedisidir. Allah’tan uzaklaşmak, kopmak, Allah’ı sorgulamaya kalkışmak, “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye Allah’a meydan okumaya çalışmaktır asıl trajedi. İnsan, bu noktada güzeli, güzelliği bulamaz. Soyut güzelliğin kapılarını da kapatır kendisine.

Seyyid Hüseyin Nasr “İslâm, Allah’ı unutmaya yol açacak olan müziği yasaklamış.” derken, “İslâm, müziğe cennetin bir yankısı olan ve duygulu olanla bu dünyayla ilgili olan güzelliğin birleştiği bir bütünleyici nitelik vermiştir. Hem aşkın ve hem de içkin olan Hakikat’in bir salınımı ve yankısı olan manevî bir müzik oluşturulmuştur” diye söylerken müzik bağlamında sanatın hayatımızdaki yerine işaret ediyordu (İslâm Sanatı ve Maneviyatı, İnsan Yayınları). Edebiyat eserleri bağlamında da aynı bakış açısı yanlış olmaz: İnsanı Yaratıcısından uzaklaştırmayan sanat, İslâm’ın ruhuna aykırı değildir.

Demek ki hayatımız, Hüseyin Su’nun güzeleylem sözcüğüyle kavramlaştırdığı salih amellerle estetik konumlara bürünüyor. Güzeleylem kavramının içine düşünceyi, duyguyu, bakış açısını, davranışı, eylemi katıyorum.

Güzeleylemle ışıyor gönlümüz, rahatlıyor içimiz, şahlanıyor aklımız. Güzeleylemle uzanıyoruz maziye ve istikbale, onları dost ediniyoruz. Hastalıklar güzeleylemle bize yakınlaşıyor. Belâları güzeleylemle karşıladıkça nurlar yetişiyor imdadımıza. Gözümüzün önünden kaybolup giden güzel varlıkları güzeleylemle anlıyoruz. Güzeleylemle siliyoruz gözümüzün yaşını, içimizin pasını, tüm çirkinlikleri.

İşte estetik tavır, estetik denilince bunların tümü ve daha fazlası anlaşılmalı bence. Paul Valery’nin “Güzel olan hiçbir şey, hülasa edilemez” sözünü şimdi daha iyi anlıyorum.

Yaşantımız, estetikten, güzeleylemden nasibini aldıkça güzelleştirecek bizi; ondan yoksun kaldıkça çürüyen, küflenen bir varlık olarak kalacağız. Dirilerin gözünü rahatsız eden bir kabir deliğini kapatmak da bir güzeleylemdir, mavera ile ilişiğini kesmeyen bir öykü yazmak da; bir güzel söz söylemek de, bir şiir okumak da. Bir bakış, bir mimik bile.

  30.01.2004

© 2021 karakalem.net, Taha Çağlaroğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut