Denizdeki akvaryum

Oktay Gökkoca

Aidiyet hissettiğimiz yapının tüm yorumlarının mutlak doğru olduğu yanılsamasının en tehlikeli neticesi, Kur’ân ve Sünneti kendi cemaatimizin ya da tarikatimizin yorumundan ibâret görmek. Daha açık ifadeyle ‘Kur’ân ve Sünnet eşittir benim ardından gittiğim yol’ diye bilmek. Böyle olduğu takdirde, gidilen yolun içinde yanlışlar ya da hatalı yorumlar olup olmadığını sorgulayacak bir mihenk de kalmıyor ortada. Dolayısıyla sorgulamaya ihtiyaç da kalmıyor.



‘TERECCUH BİLÂMÜRECCİH muhâldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhâniyet muhâldir. Yoksa, tercih bilâmüreccih câizdir ve vâki'dir. İrâde bir sıfattır; onun şe'ni, böyle bir işi görmektir.’

Bu kısa paragraf, iradeye dair muhabbetlerde örnekler vererek çokça âtıf yaptığım, Kader risalesindeki en sevdiğim bölümdür.

İradenin keyfiyeti benim ifade edebileceğim en kısa haliyle şöyle târif ediliyor bu paragrafta :

İnsana verilen irade öyle bir şeydir ki, birbirlerine hiçbir üstünlükleri olmasa dahi en az iki şeyden istediğini tercih edebilir. Yani bunu, önüne konulan şeylerde hiçbir tercih ettirici vasıf olmasa bile sırf keyfi böyle istiyor diye yapabilir.

İradenin hareket alanının bu kadar geniş olduğunun belirtilmesi, bir anlamda onun elinin kolunun bağlı olduğuna dair tezleri çürütmek içindir. İnsan iradesiyle seçtiklerinden sorumludur. Aynı zamanda insan iradesini kullanmakla da sorumludur. Zîra imtihan bunun üzerine kuruludur.

Peki hayatımıza alarak sahiplendiğimiz ya da bağlandığımız şeylerde irademizin ne kadar payı var? Ben bu soruyu bir süredir bir iç konuşma olarak kendime soruyorum. Özellikle de bağlandığımız şeyler için. Meramımı şöyle açayım.

Kaçımız bağlandığımız, gönül bağı kurduğumuz cemaati, tarikatı irademizin tam hakkını vererek seçtik? Günün birinde önümüze bütün cemaatleri, tarikatları aldık da bunun şurası şöyle, onun burası böyle deyip en son en güzelini mi tercih ettik? Veya şimdi durduğumuz durağı, tüm yolları sırayla denedikten sonra işte budur diyerek mi bulduk? Yoksa hasbelkader bir vesileyle bir yere yönlen(diril)dik de orası bizim için ilk ve son durak mı oldu?

Aslında cevabımız hangisi olursa olsun iyi ki bir durak bulmuşuz. Bu bir şükür sebebi. Ama ben son cevabın içinde önemli riskler de bulunduğunu düşünüyorum. Ve dert edindiğim nokta cevabın kendisinden ziyade, taassup denen şeyin bu son cevabın içinde daha fazla kendine yer bulması.

Başka türlü düşünenlerin, başka yollara sülûk edenlerin ne düşündüklerini, nasıl yorumladıklarını bilmeden veya buna ihtiyaç bile duymadan rastgeldiğimiz/bulduğumuz ilk yolu en doğru yol bilerek ilerlemenin, günün birinde bizi bulunduğumuz yolun mutlak doğruluğundan şüphe etmeyen bir noktaya getirmesinden daha tabii ne olabilir? Üstelik mutlak doğruyu bulmuş olmanın verdiği özgüvenle kendimizi başka türlü düşünenlere mutlak bir istiğna ile daha fazla kapatmak da cabası. Daha fazla kapalılık daha fazla taassup. Bu bir kısır döngü.

Aidiyet hissettiğimiz yapının tüm yorumlarının mutlak doğru olduğu yanılsamasının en tehlikeli neticesi, Kur’ân ve Sünneti kendi cemaatimizin ya da tarikatimizin yorumundan ibâret görmek. Daha açık ifadeyle ‘Kur’ân ve Sünnet eşittir benim ardından gittiğim yol’ diye bilmek. Böyle olduğu takdirde, gidilen yolun içinde yanlışlar ya da hatalı yorumlar olup olmadığını sorgulayacak bir mihenk de kalmıyor ortada. Dolayısıyla sorgulamaya ihtiyaç da kalmıyor.

Bu şekildeki sorunlu bağlılıklarda, kişilerin, içinde bulundukları yapıyı sorgulamamalarına, daha doğrusu buna cesaret edememelerine bir başka sebep daha görüyorum. Bu da yine ‘Kur’ân ve Sünnet eşittir benim gittiğim yol’ diye inanmaktan kaynaklanan bilinçaltı bir endişe ve korku hali.

Kişinin içinde bulunduğu yapıyı sorgulayıp şimdiye kadar mutlak doğru bildiği bazı şeylerin yanlış olduğu sonucuna varması ihtimali o kişiye, şimdiye kadarki tüm emeklerinin, tüm inanışlarının boşa gideceği endişesini veriyor. O kadar zamandır kendisini ayrılmaz bir parçası bildiği cemaatinin veya tarikatinin yanlışlanabilir olmasını aklının ucundan geçirmek bile, kişiye, bu durumda sanki Kur’ân ve Sünnet’in dışına çıkacakmış korkusu yaşatıyor.

Bir örnekle açacak olursam bu, denizin içindeki bir akvaryumda yaşayan ama akvaryumu deniz sanan bir balığın, ölüm korkusuyla akvaryumun dışına çıkamamasına benziyor.

Bu endişe ve korku yersiz ve anlamsız.

Edeplice ve usulünce sorgulamaktan, hikmetinden sual etmekten çekinmemeli müslüman. Zîra bir yerde iradeden bahsedeceksek orada sorgulamak, hikmetinden sual etmek ve bunun sonucunda kabul veya red etmek kaçınılmazdır.

Ayrıca cemaatler de tarikatler de, başka sıfatlar altındaki dinî yapılar da, Kur’ân ve Sünnete giden yolda birer vesiledir, şeriatın dairesi içinde birer dairedir. Büyük şeriat dairesinin bizzat kendisi değil.

Merhum Ali Ulvi Kurucu’nun Tarihçe-i Hayatın önsözündeki bir cümlesinden mülhem şöyle bitireyim yazıyı.

Tarikatin ya da cemaatin dairesinden düşen Şeriatın dairesine düşer. Başka türlü düşmemek için böyle bir düşmekten korkmayalım derim ben.


Not: Cemaat ve Tarikatin hakiki manaları başım gözüm üstünedir. Bu yazıdan cemaat ve tarikat hakikatlerine itiraz edildiği gibi bir netice çıkarılmasını istemem.

  21.11.2014

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut