“Aldanırız, fakat aldatmayız”; neden?

Bediüzzaman cümleyi neden “Aldanmayız da, aldatmayız da” diye kurmamıştır. Mü’min neden aldatmaz, ama neden ve nasıl aldanır?

Bu soruların peşine düştüğümüzde, iki Kur’ânî ölçü çıkar karşımıza. İlki, zan ile yakîn arasında duracağımız çizgiyi; ikincisi ise, hakikat ile yalan arasındaki mesafeyi belirleyen iki ölçü...



BAŞLIKTAKİ BU söz, Risale-i Nur müellifinin, Eski Said döneminden miras kalmış sözlerinden biridir. Ve, öncesi de vardır bu sözün: “Biz ki hakikî Müslümanız: aldanırız, fakat aldatmayız.”

Eski Said’in eserleri 1950’li yıllarda Bediüzzaman’ın tensip ve tashihiyle yeniden yayınlanırken Divan-ı Harb-i Örfî’de bu şekilde yer alan bu sözün, 1911’de neşredilen orijinal nüshada ise “Biz Kürdler ki, aldanırız, fakat aldatmayız” diye geçtiği görülür.

Bazıları hemen ‘tahrifat’ sakızına sarılmasın. Bir müellifin, kendi eserinde ve kendi sözünde tasarrufta bulunmaya elbette hakkı vardır; ve söz, her iki haliyle de kıymet taşır: Bütün Müslümanlar için geçerli olan bu ‘aldansa da aldatmama’ keyfiyeti, elbette, mertliğiyle nâm salmış bir Müslüman kavmi olarak bilhassa Kürdlerin de gerçeği olma durumundadır.

Peki, Kürd, Türk, Arap… derken, mü’minleri ‘aldanırız, fakat aldatmayız’ keyfiyetine götüren sır nedir? Neden Bediüzzaman cümleyi “Aldanmayız da, aldatmayız da” diye kurmamıştır. Mü’min neden aldatmaz, ama neden ve nasıl aldanır?

Bu soruların peşine düştüğümüzde, iki Kur’ânî ölçü çıkar karşımıza.

İlki, zan ile yakîn arasında duracağımız çizgiyi; ikincisi ise, hakikat ile yalan arasındaki mesafeyi belirleyen iki ölçü.

Mü’min, aldanır. Çünkü mü’min, yakînin olmadığı, yani hakkında kesin bilgiye sahip olmadığı, yani ancak ‘zanna göre’ karar vereceği durumlarda, sezgisi aksi yönde de olsa, ‘hüsnüzan’la hareket eder. Çünkü Kur’ân, mü’mini ‘zannın çoğu’ndan, yani ‘suizan’dan sakınmaya davet etmekte; hakkında kesin bilgi olmayan konularda ‘beraet-i zımmet’i asıl tutmakta, günümüz hukukunun diliyle konuşursak, ‘şüpheden sanığın yararlanması’ kuralını getirmektedir.

Yanlışlıkla bir masumu suçlu ilan etmek, yanlışlıkla bir suçluyu serbest bırakmaktan daha ağır bir durumdur İslâm’a göre. Kesin bilgi ve delil olmayan bir durumda sırf ‘zan’la hareket edilecek ve o zanla meselâ bir kişinin kâtil, zâni, hırsız, hâin, mürted olduğuna hükmedilecek olsa, maazallah o kişinin maddî ve manevî hukukunda geri dönülmez felâketlere yol açma durumu vardır. (Nitekim, gazetelerin üçüncü sayfaları, sırf ‘zan’la verilen kararların yol açtığı, telâfisi imkânsız felâket ve kayıp haberleriyle doludur.) Dolayısıyla, ilgili kişinin o cürmü işlediği yönünde ‘zann-ı gâlib’ de olsa, ‘yakîn’e ulaşılmadığı sürece, hakkında o cürmü işlemiş gibi bir hüküm verilemez.

Bu, böylesi açık ve büyük cürümler için geçerli bir ölçü de değildir. Hayatın gündelik akışı içinde de bu durum gerçekleşir. Mü’min, yakînin olmadığı ‘zannî’ durumlarda, sezgileri olumsuz da olsa zanla hüküm vermediği için, birileri onu ‘aldattığını’ düşünür. Halbuki, mü’min, zanla hüküm vermekten uzak durduğu için, zan durumunda suizandan uzak durup hüsnüzannı seçtiği için, o hal ve hareket üzeredir. Zaten o yüzden, “Mü’min bir delikten iki kere ısırılmaz” buyurur Peygamber aleyhissalâtu vesselam. Mü’min, yakînin olmadığı durumda bir masumu suizanla mücrim ilan etmeme hassasiyetiyle hareket ettiği için, ‘aldatmaya’ meyyal olan bu durumdan kendi lehine yararlanır. Ama yakîne ulaşıldığında, yani karşıdakinin masum değil mücrim olduğunu anladığında, mü’min tavrını koyar, çizgiyi çizer ve bir daha ısırılmaz. Yani mü’min zannî bir durumda ‘ısırılmaya’ razı olur, ama yakîn hâsıl olduğunda ısırılmaya asla müsaade etmez.

Durum, budur.

Zanla hüküm veren nicelerinin nice masumların hayatına kasdettiği; hakkına, hukukuna tecavüz ettiği bir dünyada mü’min bu zulümden beri olma hassasiyeti sebebiyle, muvakkaten ‘aldanır.’

Ama asla aldatmaz.

Çünkü aldatmak, gerçeği saklamak, yalanı gerçeğin yerine ikâme etmek demektir. Yalan ise, Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘Sâni-i Zülcelâl’in kudretine iftira’dır. Zira yalan, iki şekilde gerçekleşir: (1) olana olmadı demek, (2) olmayanı olmuş göstermek. Yani, yalancı ya Allah’ın yarattığı şey için ‘yaratmadı’ demekte; veyahut Allah’ın yaratmadığı birşey için ‘yarattı’ diye iddia etmektedir. Neticede, yaratmadığı birşeyi yarattığını söylemek de, yarattığı birşey için yaratmadı demek de Allah’ın kudretine iftiradır. Mü’min ise, Allah’ın kudretine iftira etmez, edemez. Dahası, iman ettiği âlemler Rabbinin Semi’ (herşeyi işiten), Basîr (herşeyi gören), Alîm (herşeyi bilen), Habîr (herşeyden haberdar olan), Latîf (herşeyin içyüzünü bilen, derûnuna nüfuz eden) gibi isimlerine imanına da aykırı bir durumdur yalan.

İşte o yüzden yakînin olmadığı durumlarda zannını ‘hüsnüzan’ şeklinde kullandığı için mü’min geçici olarak ve zahiren ‘aldanır;’ ama aslını bildiği bir konuda bu asla ve hakikate aykırı beyanı Allah’ın kudretine iftira olarak gördüğü için de, asla ‘aldatmaz.’

Zaten o yüzden, “Aldanan bizden değildir” dememiştir de Peygamber Efendimiz, şunu açık ve net şekilde söylemiştir: “Aldatan, bizden değildir.”

Evet, aldanan bizdendir, ama aldatan bizden değildir!

  19.08.2014

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut