Arşiv

 Kazanırken Kaybetmek

O GECE VAKTİ içimde ‘millî’ bir coşku ve heyecan yoktu gerçi, ama yine de Türkiye adına bir şarkıcının da katıldığı bir müzik yarışmasının şarkı faslını değilse de oylama faslını izlemeye yönelmişti gözlerim. Yarışmaya katılan ülkelerin insanları birbiri ardınca şarkıcılara verdikleri puanları açıklarken, ortaya dökülen rakamlar bu ülkenin yirmi küsur yıllık rüyasının gerçek olmasına ramak kaldığını ihsas etmekteydi. Nitekim, dakikalar geçecek, en sonunda bu ülke adına yarışanların nice sonunculuklar yaşadığı bir yarışmada, bu ülke adına yarışan bir şarkıcı bu kez birinciliği kazanacaktı.

Yarışmanın galibi şarkıcı yeniden sahneye çıkıp birinciliğe lâyık görülen şarkısını bir kez daha söylemeye başladığında gördüğüm manzara, iki zıt kelimeyi zihnimde yanyana taşıdı: Kazanmak ve kaybetmek. Tasviri halinde sâfi zihinleri idlâl etmesi muhtemel görüntüler eşliğinde söylenen bu şarkı, o gün o dakikada ilgili televizyon kanalının, ardından diğer kanalların, ertesi gün ise neredeyse bütün gazetelerin söylediğine göre, ‘Türkiye adına bir zafer’di; ama benim zihnim o dakikadan başlayarak, bu ‘zafer’i kazanmak için kaybedilenlere kilitlenmişti. O gece o saatte sergilenen manzara, ‘kazanma’nın muhakkak ‘kazanmak’ anlamına gelmediğinin, ‘kazanırken kaybetme’nin pekâlâ mümkün olduğunun göstergesiydi.

*

O gece bu düşüncelerin hüznüyle uyku âlemine doğru yol aldığım gibi, ertesi sabah, ertesi gün, ve takip eden günler boyu o Eurovision gecesinden kalan ‘kazanırken kaybetme’ imgesi zihnimi doldurmayı sürdürdü. Zihnim bu imgeyle meşgulken, ellerim ve gözlerim o hafta sonu çocuklar için bilgisayara yüklediğim bir sayısal oyunla meşgul olacaktı.

Zihnim yorgun, duygularım yüklüydü; kendimi yapmam gereken bir dizi işi yapamayacak kadar bitkin hissediyordum; o hâl içinde sözümona zihnimi dinlendirmek için çocuklar için bilgisayara yüklediğim oyunlardan birini birkaç kez oynamış, sonrasında biraz daha yüksek puana ulaşma, bu puanı da aşma, olabilen en yüksek puanı bulma çabası içinde bir yarım günümü bir çocuk oyunuyla harcayacaktım.

Belki çocuklar için hoşça vakit geçirme ve bilgisayar iklimine aşinalık kazandırma gibi bir işlevi olan, ama benim açımdan lüzumlu birçok işten alıkoyduğu gibi giderek yükselen ama hiçbir işe yaramayan puanlar dışında kazandırdığı hiçbir şey olmayan bu oyunu bilgisayardan silerek radikal bir çözüme ulaşırken, ‘kazanırken kaybetme’nin başka hayatlara mahsus olmayıp kendi hayatımızla da ilgili olabileceği dersini almıştı nefsim. Anlamıştım ki, kazanırken kaybetmek, bir rakkaslar eşliğinde şarkı söyleyip rakseden bir ‘showgirl’ün Eurovision yarışmasında birinciliği ile sınırlı bir durumdan ibaret değildi; hepimizin hayatında ve de hayatın her alanında yansımaları görülebilirdi.

* * *

‘Tepeden’ bakarak izlediğim Eurovision sonuçlarını takip eden günlerde içine düştüğüm bu durum, beni hayatımı, sair hayatları, kendi nefsimi, içinde yaşadığım toplumun kollektif nefsini ilgilendiren muhasebeler yaşattı bana. ‘Pencereden bakmak’la yetinmeyip içine girdiğimiz nice şeyi, pencereden bakıldığında ‘anlamsız’ görünen nice şeyin içine girdiğimizde bizi nasıl kendi çekim alanına hapsedip meşgul ediverdiğini düşündürdü. Ne için yarıştığımızı düşünmeden yarışmanın, kazancın ne olduğunu sorgulamadan kazanmaya endeksli yaşamanın getirirken götürdüklerini düşündürdü.

* * *

Kazanırken dahi kaybetmemize yol açan bu tabloların özellikle topluma bakan veçhelerinin merkezinde, Türklerin “Kızıl Elma”sı olagelmiş Batıya endeksli bir zihin ve ruh hali vardı. Kendisini başkasıyla tarif etmeye başladığı andan itibaren, insanlar da, toplumlar da başkalaşıyordu. Bu toplum da velev ki Batıya üstün gelme, Batıyı fethetme, Batıyı aşma adına girişmiş olsun, Batıyı merkeze alan bütün bu çabaların peşisıra Batıcı olup çıkmıştı işte. Batılı ne yapıyorsa, onu en az onlar kadar iyi yapar hale gelmek, sonra da onlardan daha iyi yapar hale gelmek gibi bir tutku hakimdi iç dünyalara. Batının yaptığı ama yapılması ciddi bir çaba ve ciddi bir zihniyet değişimi gerektiren müsbet konularda ‘bize özgü şartlar’ı öne sürüp kaçak güreşiyorduk gerçi; ama ‘görüntü’ ile vaziyeti kurtarmanın mümkün olduğu alanlarda, yahut işin oyun ve eğlence faslında Batı ‘ışık hızıyla’ benzemeye ve mümkün olan en kısa zamanda geçmeye çalıştığımız bir hedef durumundaydı. Topraklarının yüzde doksandan fazlası Asya’da olan bu ülkenin uluslararası yarışmalara ‘Avrupa’ kategorisinde dahil olmayı istemesi ve öyle de yapması tesadüf değildi. Avrupaî görünümlü şehirler, Avrupaî görünümlü insan sûretleri, kadınların Avrupalı kadınların boyuna ulaşmak için giydikleri yüksek topuklu ayakkabılar, Avrupalı görünümlü sarışın Türk hanımlar saçlarını siyaha boyatmazken kumral veya esmerlerin saçlarını sarıya boyatma merakı.. boşuna değildi. Bir Türk kızının Avrupa güzeli seçilmesinden bir Türk şarkıcının Eurovision birincisi olmasına uzanan nice alanda, birinci olunan şeyin niteliği sorgulanmaksızın ‘Avrupa birinciliği’nin bu toplumun hemen her kesimince kutsanması anlamsız değildi.

Açıkçası, bu ülke en kısa yoldan Batıya benzemek istiyordu ve Batıya benzemek uğruna bu diyarda ne güneşler batıyordu.

* * *

Böyle bir ruh hali içinde, yine Batı kökenli bir değer olarak ‘başarı’nın gelip hayatlarımızın merkezine yerleşmesi; vaktiyle “Galip sayılır, bu yolda mağlup” sözünün doğduğu bu ruh iklimine, “Mağlup sayılır, bu yolda galip” tablolarının hakim olması elbette manidardı. Amaca götüren her yolu mübah gören Makyavel’lere geçit verip insanlık tarihine eşi görülmedik zulümler, toplu kıyımlar, sömürgecilikler, köle ticaretleri, açlıklar, dünya savaşları, ekolojik felâketler yaşatan bir coğrafyanın başarısı, bu coğrafyanın içinde doğup büyümüş Paul Valery misali insanlara “Neye yarar?” sorusunu sordurmuştu gerçi; ama o diyarda bu soruyu soranların sayısı fazla olmadığı gibi, bu dünyada “Ne pahasına olursa olsun, başarı!”ya kilitlenmiş dimağlar az sayıda değildi. ‘Dereceye girmek,’ hangi alanda ve ne pahasına dereceye girildiğinden; ‘birinci olmak,’ neyin birincisi olduğumuz sorusundan çok daha önemliydi.

O yüzden, neredeyse bütün bir toplum, ‘Avrupa’da dereceye girmek’le, hele ‘Avrupa birincisi olmak’la sonuçlanmışsa, yarışılan alanı sorgulamıyordu bile. Gazetelere bakılsa, televizyon kanalları izlense, gündelik konuşmalara dahil olunsa, meseleye insanî ve imanî bir duyarlılıkla bakması umulan çevrelerde dahi, alanı ve biçimi ne olursa olsun edinilen ‘birincilik’ten duyulan gizli bir sevinç veyahut edinilen birinciliği sorgulamanın getirebileceği risklere yönelik gizli bir korku hissedilebiliyordu.

Oysa, meselâ bir Türk kızının beden ölçülerini sergilediği bir yarışmada birinciliğe lâyık görülmesi, ‘bizim’ başarımız mıydı gerçekten? Beden ölçülerinin sergilendiği bir yarışmayı ‘norm’ olarak benimsemek, başlıbaşına, feci bir yenilgi değil miydi oysa? Yahut, bir Türk bankasının şu veya bu alanda Avrupa bankaları arasında dereceye girmesinin, bankanın iştigal ettiği faizin haramiyetini unutturup bizi sevindirmesi ne derece sıhhat alâmetiydi?

Ama öyle oluyordu işte. Daha bu sabah kendi iç dünyamda yaşadığım gibi, bu ülkede doğup büyümüş bir genç kızın bu ülkeye mührünü vurmuş bir dinin ölçüleriyle izahı imkânsız bir kıyafet içinde koşup birinci olması bizi sevindiriyor; bu insanın birinci olurken sergilediği manzaranın hüznü ancak epeyce zaman sonra akla düşüyordu. Kazanma tutkusu ve sevinci, hemen her zaman, neyi neye rağmen ve neye bedel olarak kazandığımız sorgulamasının önüne geçiyordu.

Ne de olsa, hâkim değerin ‘başarı’ olduğu, ‘başarı’nın ise madde ile ölçülür hale geldiği bir zeminde idik artık. Meselâ, bir şirketin başarısı cirosu, kârlılık oranı vs. ile ölçülüyordu—ne şekilde ‘kâr ettiği’ ile değil. Bir kişinin başarısı ise, ne kadar kazandığıyla, kaç milyarlık arabaya bindiğiyle, kredi kartının harcama limitinin yüksekliğiyle, ya da oturduğu evin piyasa değeriyle ölçülüyordu artık—taşıdığı insanî kaliteyle, ahlâkî değerle değil. Çocukların başarısı ise okulda aldığı notlar ve ülke çapında yapılan sınavlarda aldığı puanlar ile ölçülüyordu artık—çocuğun feragat, diğergâmlık, yardımseverlik, kendisiyle ve çevresiyle barışık olma gibi insanî değerler ile değil.

Bu ‘başarı’ göstergelerinden her birinde ise, mahlukatın en şereflisi olarak, en güzel kıvamda, bir âlem olarak ve bir âlem kıymetinde yaratılmış insanı, indirgeyen ve dönüştüren sonuçları vardı. Ne olursa olsun kazanmanın bedeli, bir kaplandan daha yırtıcı, bir yılandan daha sinsi, bir sırtlandan daha vahşi, ateşten daha yakıcı, depremden daha yıkıcı olmak olabiliyordu çünkü. Ne olursa olsun birinci olmaya şartlanmış bir zihnin, yarıştığı alanı insanî ve ahlâkî açıdan sorgulaması; ne olursa olsun başarının tadını almaya şartlanmış bir nefsin cüzdanla vicdan arası sorgulamalarda vicdanı tercih etmesi; her hâlükârda kazanmayı kafasına koymuş birinin başkasının zararı pahasına gerçekleşecek bir kazanca sırtını dönmesi mümkün olmuyordu.

Sonuçta, insanlar kazanıyor, ama insanlık kaybediyordu işte. İnsanlar başarı kazanıyorlardı ama, insanlıklarını kaybediyorlardı. Kazanırken kaybediyor, kazandıkça kaybediyorlardı.

Hepimiz, bu yaman çelişkinin yansımalarını değişik ortamlarda değişik suretlerde görebilirdik. Çoğumuz, çalıştığı işyerinde konumu giderek yükselen, ama yükseldikçe alçalan insanlar görmüştü muhtemelen. Elbette her yükselen bunu alçalma pahasına yapıyor değildi; ama hedeflediği bir makama muhakkak ulaşmak için en feci alçalışlara bile gözü kapalı razı olanlar da az değildi. Aynı şekilde, giderek ait olduğu piyasanın en güçlüsü haline gelen, ama bunu diğerlerinin şu veya bu uygunsuz yollarla ezilmesi, yok edilmesi pahasına başaran firmalara her alanda rastlayabiliyordu insan. Kendi malını satmak için başkasının malını kötüleyen, kendi değerini yükseltmek için başkalarını alçaltan, kendi varlığını güçlendirmek için başkalarını yok etmeyi iş edinen, kendi fikrini muteber kılmak için başka fikir erbabına çamur atmaktan çekinmeyen, komşusu nezdinde kendini daha itibarlı kılmak için diğer komşuları lekeleyen.. kısacası hayatın her alanında kazanırken kaybeden, yükselmek istediği için alçalan o kadar insan vardı ki...

Çocuklarımıza bile bulaştırmıştık bu yaman çelişkiyi. Onlara yardımsever civciv, fedakâr serçe, iyi kalbli ördek masalları okuyor; ama sınıfta, okulda, yarışmada, kursta, sınavda birinci olmaya şartlandırıyorduk. İnsanî değerler itibarıyla bir inci gibi parlamanın her hâlükârda birinci olmaktan daha değerli olduğunu söylemekten çekiniyorduk çocuklara; böyle dersek, bir inci olsalar bile ‘birinci’ olmayabileceklerini düşünüp ürküyorduk zira. Ama bunun karşılığı, birinci olmak uğruna ders notunu arkadaşlarından saklayan, çözümünü bildiği sorunun çözüm yolunu sınıf arkadaşlarına öğretmeyen, ödevde birinci olmasını sağlayacak notları içeren kitaba başkalarının ulaşmaması için onu ödev süresi doluncaya kadar ‘ödünç’ alıp evde tutan çocuklar zuhur edebiliyordu!

Açıkçası, birinci olmaya şartlanan bir inci olamıyor, yükselmeyi tek hedef edinen insaniyeten alçalıyor, ne pahasına olursa olsun kazanmak her hâlükârda kaybetmek anlamına geliyordu.

* * *

İşin en hazini, ehl-i dinin de, böylesi başarı ve kazanım tablolarına karşı birçok noktada sergilediği teslimiyetti. Rabbimize aidiyetimizi dillendiren, bizi “na’büdü”deki ‘biz’ sırrına dahil eden ölçülere çok açık zıtlık sergileyen alanlarda belli bir uzak duruş mümkün olabiliyordu gerçi; ama birçok noktada kendimizi yarışın içinde buluyor, yarışın içine girince de neyin yarışını niye yaptığımızı sorma imkânını adım adım yitiriyorduk. Hayat biçimleri, yeme-içme tarzı, tüketim kalıpları, insanları değerlendirme ölçüleri açısından, ehl-i dinin dahi gitgide maddî göstergelere itibar eder hale geldiği maalesef bir vâkıaydı. ‘Başarı’nın maddî ölçülere indirgendiği bir zeminde maddî ölçüler itibarıyla ‘başarısız’ gözükmek, hatta ‘yeterince başarılı’ gözükmemek, kanımıza dokunuyordu. Bu ‘başarı’ standartlarını yakaladığımız bir hayata kendimizi şartlandırdığımızda ise, üzerinde durduğumuz zemin kayıyor, ahirete yönelmiş bakışlar dünyayı da süzer hale gelip şaşılaşıyordu.

Bu çelişkiyi karşımıza çıkan ‘başarı’ kriterlerine meydan okuyamadan aşmanın tek yolu ise, en pahalı ortamlarda ama en müttaki biçimde, en iyi elbiseler içinde ama en mütevazi bir ruh haliyle, en lüks arabalar içinde ama zahidâne bir surette, dünyevî şartlara râm olarak ama uhrâyı hiç unutmayarak yaşayabilmekti. Bu, gerçekte, pek mümkün değildi oysa. Dünyanın tam içine dalarak ahireti hiç unutmamak, lüks bir hayatın içinde takvayı azamî şekilde soluklanmak mümkün değildi. Bir tarafı nefsimizin, öte tarafı vicdanımızın bırakmadığı bir halde bulduğumuz formül, ancak hayal dünyasının gerçeğiydi; gerçek dünyanın gerçekleşebilir hayali değil...

Çelişkiyi aşmanın en kolay ve en uygulanabilir yolu ise, “Benim başarı anlayışım bana; sizinki size. Bizim kazanma tarifimiz bize; sizinki size!” diyebilmek idi gerçekte. Üstelik, özellikle Saadet Asrı, bizim bunu diyebilmemizi mümkün kılan örnek hayatlar ve örnek başarı tabloları yüklüydü. Bütün dünya karşılarında iken bir avuç mü’minin Asr-ı Saadette sergilediği muazzam başarı, başkalarının ‘başarı’ anlayışına teslimiyet sayesinde değil, başkalarının ‘başarı’ anlayışını aşabilmeleri, kendi ‘başarı’ tariflerini kendi hayatlarında ikame edebilmeleri sayesinde gerçekleşmişti.

* * *

Asr-ı Saadet, amaca giden her yolun mübah görüldüğü bir başarı anlayışına imkân tanımıyordu sözgelimi. Resûlullah’ın Bedir’de ancak üçyüz sahabiyle dokuz yüzü aşkın iyi silahlanmış Kureyşliye karşı savaşma durumunda iken sergilediği bir tavır, bunun net bir ifadesiydi. Bu savaş halinden habersiz vaziyette Yemen canibinden Medine’ye doğru gelmekte olan Huzeyfe b. Yeman ve babasının yolu, Bedir kuyusu civarında Kureyş ordusu tarafından kesilecek; ikisi, ancak serbest bırakıldıklarında İslâm ordusuna katılmayacaklarına söz vermeleri şartıyla serbest bırakılacaklardı. Huzeyfe ve babası az ileride bu kez Hz. Peygamber ve ashabıyla karşılaştığında, iki ordu arasındaki apaçık sayı farkını görecek; bu ise, onları Kureyş müşriklerine verdikleri sözü unutmaya sevkedecekti. Ancak, aradaki sayı ve silah farkı ne kadar büyük olursa olsun, Resûlullah’ın kalbinde verilen söz çiğnenerek sağlanacak bir kazanıma açıklık yoktu. O, mü’minlerin sözlerinde durmayarak zafer kazanmalarını, böylece, kazanırken kaybetmelerini istemiyordu! Huzeyfe ve babasına “Medine’ye dönün! Onlara vermiş olduğunuz sözü yerine getirin!” demişti Hz. Peygamber. “Biz de müşriklere karşı Allah’ın yardımını dileriz!”

Bedir’deki zafere bedel Uhud’da bir mağlubiyet yaşandığında Mekke reisi Ebu Süfyan ile Hz. Ömer arasında yaşanan bir konuşma da, iki tarafın ‘başarı’ya bakış farkını berrak biçimde gösteriyordu. Ebu Süfyan, “Harp talihi sıra iledir: Kuyunun iki kovası gibi, biri iner, biri çıkar. Bu Uhud günü de o günün [Bedir gününün] karşılığıdır” dediğinde, Hz. Ömer ahiret eksenli şu enfes karşılığı vermişti: “Biz sizinle bir değiliz: Bizim ölenlerimiz cennette, sizin ölenleriniz cehennemdedir!”

Aynı Hz. Ömer, Medine’de bir gün Resûlullah’ı ziyarete gittiğinde, hasıra yatmış bulunan Peygamberin böğründeki hasır izlerini görünce, gözlerinin yaşını tutamayarak ağlamaya başlayacak ve “Yâ Rasûlallah! Sen Allah katında Kisrâ ve Kayser’den daha şerefli ve kıymetlisin! Halbuki yâ Rasûlallah! Kisrâ ve Kayser, nimetler ve nehirler içinde yüzüyorlar! Sen ise, görmüş olduğum yerde ve şu haldesin!?” dediğinde, Hz. Peygamber’den şu karşılığı almıştı: “Ey İbn Hattab! Sen dünyanın onlara, ahiretin de bize ait olmasına razı değil misin?”

Bu olaylar, Asr-ı Saadet’ten, ‘kazanma’ya ve ‘başarma’ya dair, her biri farklı çağrışımlar yüklü manidar tablolardı. Aynı Asr-ı Saadet, Hz. Ali gibi bir büyük sahabinin öldürmek üzere kılıcını kaldırdığı kâfirin yüzüne tükürmesi üzerine hiddet edip nefsine yenilerek rakibini alteden biri olmamak için kılıcını adama vurmadan indirmesi gibi başkaca ‘başarı’ tabloları da içeriyordu. Yahut, bir beldeye Kur’ân öğretmek üzere giderken mızraklanan Amir b. Fuheyre’nin mızrak göğsünden girip sırtından çıktığında “Vallahi zafere ulaştım!” demesi gibi... Ki, bu olayların her ikisi, her iki olayda müşrikler safını temsil eden kişilerin, bu davranışların sebebini öğrenip müslüman olmalarıyla sonuçlanmıştı! Her iki olayda da, tek dünyalı iki insan, iki dünyalı ve ahiret merkezli bu kazanma tarifi karşısında dünyasını ikilemiş; imanla tanışmıştı...

* * *

Sahabiler, Hz. Peygamber’in vefatından sonra da, ‘kazanırken kaybetme’nin aksine, gereğinde ‘kaybederek kazanma’nın örneğini sunmuşlardı bize. Peygamber damadı Hz. Osman’ın başka hayatların sönmemesi için kendi hayatını feda etmesi, böyle bir durumun en ziyade göze ve gönüle çarpan örneklerinden biriydi. Peygamber torunu Hz. Hasan’ın iki gruba ayrılmış mü’minlerin birbirlerine kılıç savurmalarıyla kazanılacak bir zafere razı olmayıp hilafetten feragat edişi bir diğer zirve örneği...

Sonraki asırlar boyu da, İslâm dünyası maalesef dünyalığa tamah edip kazanırken kaybedenlere, ama öte tarafta böylesi Asr-ı Saadet tablolarının izini sürüp zahirde kaybetmiş gözükürken kazananlara şahitlik edecekti.

* * *

Yaşadığımız çağda da, başkalarının yolunun ve başkalarının başarı tarifinin esiri olanlar kadar, onlara “Sizin başarı tarifiniz size; bizimki bize!” rahatlığıyla karşı durup başkalaşmadan başarıya ulaşan insanlar vardı. Onlar kaybediyor göründükleri noktada kazanmış, başarısızlığın içinden başarı çıkarmışlardı.

Anadolu Kavşağı yazarı Fred A. Reed, Bediüzzaman’ı böylesi bir durumun örneği olarak zikrederken, şu ifadeleri kullanmaktaydı:

“Bediüzzaman’ı incelemeye beni iten başka bir etken daha vardı. Bu etken, onun üç hükûmet ve üç siyasî rejimin değişmesine sahne olan siyasî ve askerî mücadele döneminde aktif bir katılımcı olarak uğradığı yenilgiydi. Çok-uluslu, görünürde İslâmî olan Osmanlı devleti karşısında, İttihad ve Terakki Fırkası’nın despotik idaresi karşısında, ve sekülerist Cumhuriyet’in doktrinine karşı fikirleriyle yaptığı savaşta o hep yenilmişti.

“Ancak bu yenilgi, rasyonalist bir analizin kaçırdığı ilginç bir metodla, zafere dönüşür. Bu zafer, sûfî bakış açısıyla ifade edersek; tevazunun kibire, hikmetin kuvvete, ihlasın dalkavukluğa, imanın küfre ve aczin kudrete karşı bir zaferiydi. Bediüzzaman’ın karakteri, hayatı ve yaptıklarıyla tanıştıkça, onun emsalsiz vasıflarına karşı duyduğum takdir ziyadeleşti.

Onu elde etmek isteyen Batı toplumuna uygun bir kavram olan başarı, Said Nursî’ye yabancıydı. Mü’minleri gafletten uyandırıp harekete geçirmek için eylemin başarısız olduğu yerde, eylemsizlik bir çare olacaktı. Siyasetin kendi amacına ulaşmak için dini kullanmaya teşebbüs edip başarısız olduğu yerde, din, Said Nursî’nin kalemiyle, politikayı devre dışı bırakarak, çağdaşlık ve ilericilik namına yapılan reformlarla paramparça edilen toplumu yeniden dokuyacaktı.”

* * *

Başkalarından alınmış ‘başarı’ tariflerinin bizi başkalaştıran etkisine karşılık, toplum olarak Batıya özenmeye, toplum içinde ehl-i din olarak Batılılaşmış ehl-i dünyaya özenmeye, ehl-i din içinde zihnen dünyevîleşmiş ve bu çerçevede başarıya ulaşmış kimselere özenmeye mahal bırakmayan başarı tarifleri ve başarı tabloları da var karşımızda açıkçası... Başarılı sayılmak için, birinciliği ille birilerinin tarif ettiği alanda aramak gerekmediği gibi, illâ ki birinciliği aramak da gerekmiyor. Yanlış bir başarı tarifi, bu tarif içinde hangi noktaya ulaşılırsa ulaşılsın son tahlilde ‘başarısızlık’tan öte bir anlam taşımadığı için, nerede olursa olsun ‘başarılı’ olmanın izini sürmek yerine, nerede, neyi, nasıl başaracağımıza karar vermek gerekiyor.

Sevgili dostum, arkadaşım Mustafa Ulusoy, “Yaratıcının insana verdiği en değerli hediye, insanın kendisidir” diyordu son kitabında.

Gerçek buysa, kendisini kaybederek kazanmak kazanç olmasa gerek diye düşünüyorum. Yine bu açıdan bakılırsa, kendisi olmaktan büyük kazanç, kendini kaybetmekten büyük kayıp da olmasa gerek...

Kazanırken kaybetmekten, kazanırken kendini kaybetmekten uzak duranlara ne mutlu!

  02.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut