Arşiv

 İslamcılık Tartışmalarına Mütevazi Bir Katkı

KARAKALEM NET'TE heyecanla okuduğum Mücahit Bilici'nin enfes çalışması için öncelikle emeği geçenlere teşekkür borçlu olduğumuzu belirtmeliyim. Teorik ve pratik vecheleriyle ortaya konulan genel çerçevenin, zihinlerimizde İslâmcılığa ilişkin parça parça bulunan düşünceleri kuşatan, ana problemleri çözümleyen ve bunları aşmada bir basamak teşkil eden bu kapsamlı çalışma için bir dizi müzakere yürütme gereği olduğunu düşünüyorum. Mücahit Bilici'nin çalışması, hiçbir cemaat formunu dışarıdan bırakmadan, eleştiri-katkı dengesini göz önünde bulunduran pratiği ve ilkeli olanı bir arada değerlendiren ama doğal olarak açık uçları bulunan genel bir çerçeve mesabesindedir. Bu anlamda kısa bir giriş olarak kalsa da düşüncelerimi belirtmek istiyorum.

Kökeni, yapılan tanımlara ve seçilen kavramlara göre farklılık arzeden İslamcılık, bilindiği üzere bir tür 'mağlubiyet' psikolojisiyle geliştirilmiştir. Modern Batı Düşüncesinin pratik sonuçlarının alınmaya başlandığı 18. yüzyıldan bu yana İslam dünyası klasik paradigma içinde kalmak-yeni durumlara ayak uydurmak arasında tereddütler yaşamıştır. Bu tereddütler ontolojik alandan epistemelojiye, tarihsel olandan güncele doğru yoğunluk kazanmakta, giderek bir bunalıma dönüşmektedir.

İslamcılığın 'mağlubiyet' üzerine geliştirildiğini söylediğimize göre, önceki dönemlerdeki nisbi rahatlık da galibiyet fikrinden kaynaklansa gerektir. Yukarıda zikredilen 'mağlubiyet' fikrinde olduğu üzere, 'galibiyet' fikri de dışardan dini gibi gözükse de özünde dünyevidir. Müslümanların ontolojik, sosyal, siyasi vs. alanlarında yaşadıkları çıkmazlar, geniş bir coğrafyada sürdürülen hakim paradigmanın parlaklığı sebebiyle gözden uzak kalmıştır. Müslümanların 'galibiyet' fikrindeki problem, mağlubiyetlerin yaşanmasıyla görünür olmaya başlamıştır, ancak görünür olmaya başlayan mağlubiyetin kökeni İslâmcılığın tarihinden hayli geriye gider. Bu yönüyle mevzunun varacağı yer 'İslâm düşüncesinin' tartışma alanına girer ki güncel İslâmcılıkla yakın bir ilgisi vardır. Şu halde, İslâmcılıktan önce İslam dünyasının nasıl eksen kaymasına uğradığı halen ortada duran bir sorudur ve bu sorudan elde edilecek cevaba, İslâmcılık etrafında yürütülen tartışmalar da muhtaçtır.

Saltanat ve siyaset ile din ilişkileri arasındaki karmaşık bağlantılar, modern zamanlardaki seviyede olmasa bile tarihin her döneminde mevcuttur. Ancak önemli olan, din-siyaset ilişkilerinin hangi bağlamda ele alındığı ve hangi tür çözümler üretildiğidir. Öte yandan, bu dönemlerde geliştirilen yaklaşımların bugünkü kavram ve tanımlarla tanımlanması ve sınırlanması da ciddi marazlar doğuracaktır. Örneğin, Osmanlı padişahlarının 'halife-sultan' denklemiyle tanımlandıklarını ele alalım. Kimilerine göre denklemin halife kısmı dini, sultan kısmı dünyayı, birinci kısım müslüman tebaayı, ikinci kısım gayrimüslim tebaayı nitelendirmektedir. Buradan hareketle Osmanlıda bir tür laikliğin bulunduğu vurgulanırken, başka bir görüş ise laiklik gibi ruhbanlıktan doğan dindışı bir kavramın asla Osmanlı pratiğinde bulunamayacağını söylemektedir. Dikkat edilirse bu tartışmayı yönlendiren kavram 'laiklik'tir. Laikliğin bir sabite olarak ele alındığı hiçbir ortamda dinî bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. Burada olduğu üzere, İslamcılığı sürükleyen tartışmaların yönlendirici kavramları da Bilici'nin ısrarla vurguladığı üzere dindışıdır. Dolayısıyla İslâm'a, İslâm-dışı soruların sorulması, İslâm-dışı kriterlerin esas alınarak elde edilen cevapların İslâm'dan da beklenmesi en azından tutarsızlıktır.

İslamcılık tartışmalarının samimi yönü onun her halükarda dinî bir sancıdan kaynaklanıyor olmasıdır. Diğer tartışma alanlarına göre öne çıkması pratiği esas almasından ve halihazırda karşı karşıya olduğumuz durumu veri almasındandır. Fakat imanî-ontolojik düzlemin gözden kaçırıldığı, kaçırılmasa bile İslâmcılık tartışmalarının tanım itibariyle kuşatmaktan uzak bulunduğu bu vasat, sorunların tersinden başlayarak konuşulması anlamına gelecektir ki, bu da boş bir çaba olmaktan öteye gidemeyecektir. Ancak görülüyor ki, bu alandaki tartışmalar ideolojik zeminden çıkmasına rağmen bu defa da 'medeniyet' eksenine kaymaktadır. İdeolojik zeminli tartışmaların kısa zamanda ve kolaylıkla İslâm'ın gözettiği öz'den tefrik edilmesine rağmen ikinci aşamada içine düşmeye başladığımız medeniyet eksenli tartışmaların daha kapsamlı, uzun soluklu ve daha incelikli sorunlarla mücehhez olduğu hissedilmektedir. Belki bir üçüncü aşama felsefi düzeydir ki, asıl hesaplaşmanın yaşanacağı alandır. İslamcılıkta olduğu gibi diğer tartışma alanlarında da aynı sorunlar yaşanmaktadır. Örneğin felsefi tartışmalarda akıl, tabiat, insan, varlık, dil gibi ana kavramların içi doldurulmadan sonuç alınması mümkün müdür? İslam'ın bu kavramlar silsilesini belli bir bütünlük içinde anlamlandırması-çözümlemesi ile herhangi bir felsefî doktrinin çözümlemesi yarıştırılabilir mi? Buna benzer şekilde İslâmcılık tartışmalarında sıkça karşılaştığımız siyaset, iktidar, devlet, idare, yönetici erki, dini, lâdinî gibi tanımlamalar da hangi anlamda kimler tarafından nasıl belirlendiğini bilemediğimiz bir karmaşıklıkla maluldür. Bu karmaşayı çözmenin yolu ise, en başta bu kavramların ismen hiç anılmasa da uzantıları itibariyle ulaştığı yere, başa dönmeyi gerektirir. Burada kastedilen baş ise şüphesiz bütün alanların etrafında şekillendiği varoluşsal düzlemdir.

Gazzali meşhur otobiyografisi el-Munkız'da yaşadığı siyasi ve güncel problemlere değinirken bu tür bir kavram kargaşasından yakınmış, ve bunu aşma çabası göstermiştir. Onu bu kavramsal kaos ortamını bırakıp esma-i hüsna şerhi yapmaya götüren saik bizim burada kısaca vurgulamaya çalıştığımızla paraleldir. Kendisiyle ilgili her düzeyden sorunu çözemeyen, hiçbir sorunu çözemez. Yahut bir çakıl taşını veya bir ağacı her düzeyden (maddi, manevi vs) çözemeyen-anlamlandıramayan bir zihin, hangi sosyal düzeni kurabilir? Bu manada İslâmcıların (İslâm'ın varoluşsal potansiyelini kamusal alanda görünür kılmak üzere bir tür projeyi şekillendirip cari kılmak isteyenlerin) fena halde yanıldıkları şey bu varoluşsal potansiyelin hiçbir zaman dondurulup belirli bir formda sabit kılınmasının mümkün olmadığı dinamik bir ilişkiler ağı olması gerçeğidir. Üzerinde geçici olarak ittifak edilen sosyal sözleşmelerin, tarz-ı siyasetlerin 'İslâmî' sayılması, bir ucuyla bu potansiyelle temas halinde olmasıyla ilgilidir. Ancak herhangi bir sosyal kurumlaşmanın bu potansiyelin tamamını temsil etme iddiasında bulunması daha baştan ilkesel anlamda tutarsızlıktır. Öte yandan bu varoluşsal potansiyelin mahiyeti gereği asla görünür anlamda dışavurumu olmayacağı yönündeki İslâmi pratikleri yadsıyan yaklaşımlar da abesle iştigaldir.

'Hem müslüman kalıp, hem de zaten içinden çıkılamayan siyaset denizinin içinde yer almanın mümkün formülü'nü aramak aslında hâlâ siyaseti önceleyen, yahut dinle eşitleyen bir yaklaşım olduğundan soruyu İslâmcılıktan kalkarak daha üst katmanlara taşımak acaba daha sahih bir zemine yol açabilir mi: "Müslümanlık her hal ve şartta mümkün olduğuna göre, İslamî kod'lar içinde bulunduğumuz yüzyılda anlaşılır ve tutarlı biçimde nasıl çözümlenebilir."

  28.05.2001

© 2021 karakalem.net, İshak Arslan



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut