Arşiv

 Fil Sûresinin Bugünü

KUR’ÂN’A MUHATAP olurken asla gözden kaçırmamamız gereken bir husus, Rabbimizin bize konuştuğudur. “Yâ eyyuhennâs” hitabının da belgelediği üzere, Kur’ân, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) şahsında bize, insana konuşmaktadır.

Ezel ve Ebed Sultanının Kelâm-ı Ezelisi olarak Kur’ân, 1400 yıl önce nazil olmuş; ama 1400 yıl öncesine nazil olmamıştır. 1400 yıl önce, o gün yaşayan insanlar dahil, bütün çağlara ve bütün insanlara nazil olmuştur.

Bunu böyle bilmeyince, düz bir zaman anlayışıyla Kur’ân’ı “çağın gerisinde” zanneden akl-ı evveller zuhur eder. Bunu böyle bilince, Kur’ân’ın “zamanlar-üstü” mesajından kendi zamanı ve kendi hayatı için dersler çıkaran mü’minler boy verir.

İşte Kur’ân’ı, “Rabbim bana ne söylüyor?” sorusunu hiç atlamadan okuduğumuzda, o Kelâm-ı Ezelî hayatımızın aslı, esası, zembereği ve hendesesi oluverir.

O zaman, meselâ Fîl Sûresi, 1400 küsur yıl önce yaşanmış bir olayın yâdı gibi algılanmaz; her çağda, her zamanda ve her mekânda yaşanan olayların özeti ve hendesesi haline dönüşür-ki, işin aslı da budur.

Bu bakımdan, daha en başta, “Elem tera keyfe faale Rabbuke” yalnız ya bizzat fîl vak’asını yaşayan yahut bu vak’ayı babalarından duyan ilk Müslümanları değil; değişik zaman ve mekânlarda yaşayan tüm mü’minleri muhatap alan bir ilahî hitaba dönüşme durumundadır.“Elem”deki soru hepimize bakar; çünkü bilmenin, anlamanın ve inanmanın anahtarı sorulardır. Önce sorular yaşanır; sormayan öğrenmez.

Ve iç dünyasında sorular uyananın muhatap olduğu âfâkî âlemde cevabı-veya cevabın ipuçlarını-görmesi gerekir. “Tera” kelimesi ile ifade edilen bu “görme”nin tahakkuku ise, “keyfe”ye, yani “nasıl”ı araştıran bir kalb ve dimağa bakar. Öğrenme kasdı ve dikkati ile, gördüğü şeylerin nasıl olduğuna bakan biri ise; ortada bir fiil görecek, bu fiilin faili olarak ise, kendi Rabbini bulacaktır.

Fîl sûresi, daha en başta, böylesi fıtrî ve umumî bir süreci birkaç kelimeyle özetlerken, bizi hususan şu ikileme ile yüz yüze getirir: Bir tarafta “Rabbuke,” öte tarafta “Eshâbi’l-fîl”. Bir tarafta “senin Rabbin,” öte tarafta “fil ordusu” yahut “fil sahipleri.”. Görünen o ki, elindeki güce güvenen birileri, kendilerinde “Allah'ın ev”ine yürüyecek cesareti bulmuşlar. Görünen o ki, “daire-i eshab”da herşeyin lehlerine gözükmesi, birilerini, kendilerine hiçbir şeyin engel olamayacağı zehabına itmiştir.

Ama o günün en güçlü ve en büyük savaş unsuru olan fillere sahip olanların, karşılarında ezilmeye mahkûm gördüğü Mekke halkına, “daire-i esbab”da görülmeyen yerden, gayb ve şehadet âlemlerin sultanı Rabbül-âlemin’den yardım gelmiştir. Üstelik, bu yardımın daire-i esbabdaki taşıyıcıları, “fil”deki büyüklüğe nisbetle küçücük kalan “kuşlar”dır. Ehl-i dünya “fil”leri önüne katarak yeryüzünde mağrurâne yürürken, semavata inananlar, yerin kayıtlarından azade minik kuşların eliyle kurtarılmışlardır. “Fil”ine güvenenlerin akıbeti, atılan küçük taşlarla, kurtların yiyip bitirdiği yapraklara dönmek, yani apaçık bir hüsrandır.Velhasıl, elindeki ve emrindeki güce güvenen birileri kendilerinde “Allah’ın evi”ne yürüyecek yahut “Allah’ın emri”ne sataşmaya yeltenecek bir cesaret bulabilirler. Ama, Allah’ın mü’minlere lütfu, münkirlere kahrı umulmadık yerden ve umulmadık ellerden geliverir.

Mü’mine düşen, “Rabbuke”yi asla kalb ve aklından çıkarmamak, “daire-i esbab”ın ümitsizlik yükleyen verilerine aldanmamak; bilâkis, ehl-i ilhadın ümidine şaşmaktır. Kötü tuzak, sahibini kuşatır.


Metin Karabaşoğlu, Yeni Asya, 6 Mayıs 1998

  31.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut