Arşiv

 Vatanın Sınırları

EN ZİYADE korktuğum şeyler, sorgusuz-sualsiz edilen şeylerdir. Gelin görün ki, sorgusu-suali edilmeden, bir telkin veya telkih sonucu peşinen kabul edilmiş nice kavram ve anlayış dolaşıyor zihinlerde. Hatta hakikat mihengine vurulduğunda müthiş derecede ahmakça ve aptalca gelen nice sözün büyük başlarca mağrur bir eda içinde durmaksızın tekrar edilip durmasında, işte bu telkinin hükmü okunuyor. Âdeta hipnotize edilen dimağlar, sorgulanması gerekeni, asla sorgulanamaz bir mutlak hakikat gibi algılamaya başlıyorlar.

Hayatlarımızda, sorgusu-suali edilmeden aldığımız kavram ve anlayışların envanteri çıkarılsa, acaba nereye ulaşırdı, bilmiyorum. Ama en basitinden bir örnek verelim; “doğalgaz.” Hiçbir şeyin doğal olmadığı, herşeyin emir ve izn-i ilahi ile vücuda geldiği bu âlemde, yüz milyonlarca yıl önce bizim için yeraltında depolanmış bir gaz, nasıl doğal olabilir? Ama, bu yönde bir imanî talim ve o talimden gelen bir hassasiyet yoksa, ‘doğalgaz’ kelimesi, zaman içinde bizim için gerçekten ‘doğal’laşmaktadır.

Böyle gayriimanî muhtevalar yüklü kelime yahut kavramların bir dökümü yapılsa, karşımıza çıkacak olan, koskoca bir sözlüktür. Maamafih, en azından zihnimizde, ‘bildiğimiz’i zannettiğimiz kelimelerin imanî karşılığını veren böyle bir lügatin varlığı da gerekiyor. Çünkü, kavramların içi imanî bir muhtevayla dolmayınca, birilerinin onlara yüklediği gayriimanî anlamlar bizi sahih bir tefekkürden alıkoyuyor. İşte vatan kelimesi de, bu noktada manidar bir örnek oluşturuyor.

Bugün, meselâ şu diyarda ‘vatan’ın tarifi istense, alınacak cevap Edirne’den Kars’a, İzmir’den Van’a uzanan bir toprak parçası olacaktır. Suriye’de, Irak’ta, İran’da yahut Mısır’da yaşayan bir Müslümana sorun: onun da cevabı içinde bulunduğu ulus-devletin coğrafî sınırlarının ifadesi olacaktır. Oysa, ‘vatan’ kelimesinin imanî anlam mertebeleri itibarıyla, bu halihazır tarifin hiç mi hiç değeri olmadığı gibi, oturduğu bir imanî zemin de yoktur.

Meselâ, fıkıh ıstılahına başvuralım. Vatan, fıkhî anlamıyla, insanın doğduğu yeri ifade eder ve doğduğu şehir veya köy ile onun yakınındaki yerleri tarif eder. Bu ‘yakınlık’ da, ‘bir günlük yol mesafesi’dir. Yani, bugünün diliyle, 90 km.yi aşmamaktadır. İnsanın doğduğu yerin ‘vatan’ı olmasının ise, elbette anlamı vardır. Zira, o, Rabbinin eser, fiil ve dolayısıyla isimlerini, öncelikle, bu beldede tanımıştır. Yok eğer, belli bir coğrafî alan meselâ Anadolu, Trakya veya Arabistan; yahut belli bir devletin sınırları ‘vatan’ı belirleyecek olsa, ikisi de Arap yarımadasında bulunan ve aralarında ancak birkaç yüz kilometer mesafe olan Mekke’den Medine’ye giden Resulullah’ın bu seyahatini ‘hicret’ olarak tanımlamak imkânsızdır. Resulullah Mekke vatanından, Medine gurbetine gitmiş; ve burada, fıkhın ‘vatan’ tarifinin ikinci ve üçüncü unsurlarının ikamesine vesile olan bir hayat sergilemiştir. Nedir bu unsurlar? İnsanın sürekli ikamet ettiği; yani, Rabbinin esmasına muhatabiyet durumunda olduğu yer de, bu yer doğduğu yer olmasa bile, fakihlerce ‘vatan’ kabul edilmektedir. Ve ayrıca, insanın evlendiği yerin de onun vatanı olduğunu söyleyen fakihler vardır; ki bu, ‘evlenme’nin insan için doğum kadar hayatî karar ve tercihler içerdiğinin, ‘sıradan’ birşey olmadığının ifadesidir.

Buna göre, fıkhen, meselâ benim vatanım Tire civarı ile İstanbul’dan ibarettir, T.C.’nin sınırları yahut Misak-ı Milli değil. Nitekim, ‘vatan’a bugün yüklenen anlam ile onun fıkhen taşıdığı anlam arasındaki farka binaen, yakın dönemdeki en kapsamlı fıkhî eserlerden birinin yazarı olan Vehbe Zuhaylî, ‘vatan’a dair bahsin en başında, bu anlam farklılığına bilhassa dikkat çekmektedir. Gelelim, vatanın ikinci ‘anlam mertebesi’ne. Burada, karşınıza “Dârü’l-İslâm’kavramı çıkar. Buna göre, İslâm adına fetholunmuş olan, üzerinde İslâm’ın yaşandığı, İslâm’ın şeâirini barındıran bir belde, “İslâm yurdu”dur ve bu açıdan, Açe ve Sumatra’dan Fas’a uzanan alan, mü’minin vatanıdır. “Dârü’l-İslâm” kavramı açısından bakıldığında da, iman kardeşliğini ve İslâm’ın yaşanıyor olmasını değil; X ve Y devletinin sınırını oluşturuyor olmayı asıl tutan halihazır ‘vatan’anlayışının izahı zordur.

Bir diğer açıdan bakıldığında ise, mü’minin Rabbi adına fethettiği, yani Rabbinin esmasına açtığı; yani, Rabbi adına bakarak, O’nun varlığına, birliğine ve güzel isimlerine şahit kıldığı her yer O’nun vatanıdır. Bu durumda ise vatanın sınırları gerçekte bütün kâinatı kuşatmaktadır.Ve dünyanın fani olduğu sırrına gelince, kurşımıza “Madem bu dünya bir misafirhanedir, hakikî vatan değil, her yer birdir” gerçeği çıkar. İnsanın asıl vatanı, ruhların Elest Bezmini sunduğu, Àdem’in içinde doğduğu ve insanın ancak onun ile ve onun Rabbinin isimlerinin cilvesini perdesiz göstermesiyle teskin bulduğu cennettir. ‘Esas memleket’ odur ve bu açıdan, insan, hayatı boyu gurbettedir.İslâmî tefekkürün, fıkıhtan tasavvufa, çağlar boyu yoğurup bugüne taşıdığı ama bugün modern telkinler yüzünden kolayca unutulan bu ‘vatan’ tariflerinin kısaca dökümü ile bu yazıyı noktalayalım ve Pazar günü inşaallah, bir başka ‘vatan’ tarifini çalışalım: ‘seyyar vatan’.Onun ne olduğunu, bir sonraki yazıda ele alma duasıyla.


Yeni Asya, 1998

  31.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut