Arşiv

 Deprem Bekleyerek Yaşamak

HERŞEY ÂDETA kendiliğinden, sıradan ve sorgulamadan akıp giderken bir geceyarısı geliveren büyük depremle sarsılan milyonlarca insanın, son zamanlarda değişik bir halet-i ruhiyeye duçar olduğunu gözlemliyorum.

Depremin hemen sonrasında muhtemel bir 'nedamet' ve 'istiğfar'la gelecek dinî uyanışa set çekme kasdıyla alelacele öne çıkarılan 'bilim kilisesi' papazlarının 'kehanet'leri dahilinde yeni ve daha büyük bir depremi kesinkes bekleyen birçok insan, açık açık söylemese de, bu depremin bir an önce oluvermesini istiyor gibi. Evet, gördüğüm o ki; birçok insan, geleceğine kesin gözle baktığı büyük depremin bir an önce gelmesini bekliyor.

Neden?

Çünkü, olası bir depremi bekleyerek yaşamak, depremi bizatihi yaşamaktan daha zor geliyor.

Çünkü, depremi bekleyerek yaşarken, insan mevcut yaşantılarını ve bir bütün olarak hayatı, varlığın anlamını, bir gün terkedip gideceği mukadder olan şu diyarda geriye bırakması gerekenin ne olduğunu düşünmeye mecbur kalıyor.

Meselâ en sonunda başına çöken bir ev edinmek, üstüne yıkılacak dolaplar ve avizeler almak, enkaz olarak alınıp bir yerlere atılacak eşyalar, elbiseler, mobilyalar dizmenin ne derece 'anlamlı' olduğunu hayatında belki de ilk kez bu vesileyle sorguluyor.

Sözün kısası, yüzbinlerce insan bizatihî tecrübe ederken on milyonlarca insanın ucundan-kenarından yaşayıp hissettiği bir büyük deprem ile apaçık tezahür eden "Küllü men aleyhâ fân" sırrı, fani dünyaya yatırım yapmanın, hayatını dünyevî zevkler peşinde harcamanın 'elde var sıfır'lık hazin muhasebesini mecburen yapmış olarak, hayatına doğru bir dayanak ve doğru bir anlam aramanın eşiğinde bulunuyor.

Lâkin, bu eşiği şimdiden geçmiş olan; meselâ terk ettiği namazı yeniden kılmaya veya hiç kılmadığı namazı ilk kez eda etmeye başlayan, hayatında ilk kez Kur'ân veya bir dinî kitap okuyan, sözgelimi 28 Şubat'tan beri ilk kez dindarlara 'belâların def'ine bir vesile' gözüyle bakıp kalbi ısınan pek çok insan var. Nitekim, Türkiye'nin dörtte biri mesabesindeki büyük İstanbul şehrinin yanıbaşında olduğu söylenen fay kırığı, hükümet tazyikiyle bir gecede altmış kilometre ötelere boşuna mı taşınıyor? Depremin, binaları yıkmasından öte 28 Şubat ile zirvesine ulaşan müthiş bir lâdinî sosyal mühendislik projesini yıktığı; onbinin üstünde insan şu dünya hayatını yitirirken milyonların ahiretinin mâmur hale gelmesine zemin hazırladığı o kadar bariz, o kadar açık... Birilerinin "Yıkılmadım, ayaktayım" hükmünü isbat gayretkeşliğiyle bildiğini okuyor gözükmesi, meselâ olmadık imzaya göz göre göre elini uzatması bile, gerçekte, bu uyanışa dair içlerinde biriken endişeyi izale ve bu uyanışı da kırma çabasının dışavurumudur kanaatimce...

Ve, eşiği şimdiden geçenlerin varlığına mukabil, Türkiye toplumunun önemli kısmı, henüz eşikte duruyor. Zira, bir tarafta muhtemel bir deprem korkusu onları sürekli bir tedirginlik içinde tutarak hayatını eskiden beri bildiği gibi yaşamasına engel olurken, nefisleri de imanî bir hayata lâyıkınca yönelme ihtimaline karşı ayak diretiyor. O yüzden, iki arada bir derede, bekliyorlar. Depreme karşı önlemler alınıyor, şu evden bu eve taşınılıyor, kolon ve kirişlere ilâve destekler çıkılıyor, deprem masaları alınıyor, oturulan binanın zemin etüdü yaptırılıyor, gafil yakalanma endişesiyle geceleri uyanık duruluyor, vs. vs. İşte bu arada, içten içe, "Olsa da kurtulsak" halet-i ruhiyesi uyanıyor gönüllerde. Zira, olası depremde, ihtimal ki kendi 'depreme dayanıklı' binaları yıkılmayacak-ama şimdiden bunu kestiremiyorlar. Eh, binaları yıkılmış, kendileri de ölmüş olsa zaten mesele kökten çözülmüş olacak. Binaları yıkılmamış, kendileri de sağ kalmış olduklarında ise, ölen öldüğüyle kalmış; kendileri ise, bilim kilisesi papazlarının kehanetiyle önceden haber verilen büyük depremi atlatmış kişiler olarak en az yüz sene bu büyüklükte bir depremin olmayacağını aynı kişilerden duymuş olmanın rahatlığıyla gene bildiklerini okuyacaklar.

Deprem, kendi hevalarınca yaşadıkları hayatlarını inkıtaa uğratan, sorgulatan, tashihe ve hatta dönüşe sevk eden bir baş belâsı olmaktan çıkacak onlar için.

Yani, deprem bir an önce geliverse, hayatta kalanların büyük çoğunluğu rahatlayacak. Gene bildik dünyevîliğini sonuna kadar icraya, yine Rabbine tazarru ve iltica ne kelime, âdeta O yokmuşcasına yaşamaya bir kez daha dönecek.

Velhasıl, depremi lütuf tecellisi ile terbiye olmayan bir toplumun kahr ve gadab tecellisi ile terbiye edilmesi şeklinde görüyorsak, bir büyük depremin bir an önce gelivermesi, bu terbiye sırrına denk düşmüş olmayacak.

Özetle, Rabb-ı Rahîm şu toplumun Kendi yoluna dönmesini murad etmiş ise, bana öyle geliyor ki, yakın zamanda ve belki hiçbir zaman o beklenen depremi vermeyecek. Buna mukabil, deprem korkusunu içimizde yaşatmaya devam edecek ve bizi ara ara sarsmayı sürdürecek. (Ama, artık adam olamayacak bir duruma düşmüş isek, terbiye için değil, belki helâkımız için, herhangi bir zamanda başımıza bir musibet yağdıracaktır ki; bu durumda olmamaya çalışmamız kesinlikle gerekiyor.)

Vâkıayı bu şekilde görünce, terbiyemiz için, dünyevîliği bırakıp uhrevîliğe, nefsanîliği bırakıp ubudiyete bihakkın dönebilmemiz için deprem korkusu içinde yaşıyor olmamızı bir imkân olarak görüyor; lâkin, bir büyük depremin gelmesi ile bu imkânı yitireceğimiz endişesini taşıyorum.

O yüzden, sık sık, şöylesi bir dua geçiyor kalbimden: Rabbim! Bize deprem verme ve fakat deprem korkusu içinde yaşat!


Metin Karabaşoğlu, Yeni Asya, 1999

  31.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut