Arşiv

 Siyaset Nedir? Ne Değildir?

DOĞAN HER yeni bebek, göğü yıldızlarla, zemini çiçeklerle süslenmiş güzelim bir dünyaya açar gözlerini... Her biri günün her bir anında, eşsiz bir âlem önümüze sunulur. Dağı deresi, gölü denizi, yıldızı ayı, kelebeği arısı ile; eşsiz bir âlem bize gülümser durur.

Bu hâliyle, kâinat muhteşem bir sarayı andırır bize. Tavanı gökyüzüdür. Güneş lâmbası, ay kandili, yıldızlar mumlarıdır. Ve yeryüzü, eşsiz nimetler serili bir sofrası, bin bir çiçekle süslü bir tarlası, bin bir meyveyle dolu bir bahçesidir.

Bu muhteşem sarayda, her bir şeyin ayrı bir yeri vardır. Her bir şey varlığı ile saraya ayrı bir renk katar, ayrı bir desen olur, ayrı bir güzellik verir. Her biri, kendi diliyle sarayın Sahib'ini bildirir. Dağlar, denizler ve yıldızlar, Onun haşmetini haykırırlar. Arılar, kelebekler ve kuşlar Onun rahmetinden haber getirirler.

İnsanoğlu, işte öylesi bir kâinatta celâl ile cemâlin, haşmetle rahmetin eşsiz cilveleşmesinin şahidi olur. Bakar, görür ve tıpkı Bediüzzaman Said Nursî gibi der:

"Güneş ve Arş gibi büyük cirmler, haşmet lisanıyla `Ya Celîl, ya Kebîr, ya Azîm' dedikleri vakit, sinek ve semek gibi gibi o küçücük zihayatlar dahi, rahmet lisanıyla `Ya Cemil, ya Rahîm, ya Kerîm' diyerek, o musika-i kübraya latif nağamatlarını katıyorlar, tatlılaşıyorlar."

Öylesi bir diyardır kâinat. Orada en gür bir sada, en tiz bir nağmeyle karışarak, haşmetli bir güzellik sunar. O haşmet ve o güzellik içinde, en büyük yıldızın da, en küçük böceğin de yeri vardır. Her şeyin, her bir şeyin bir görevi, bir var oluş sebebi vardır. Ne devâsâ gök küreleri arıyı ve sineği görmezden gelmeyi gerektirir; ne de arılar ve sinekler, yıldızları görmemeyi.

Ne var ki, insan hem görmezden gelir; hem de görmez. Göğe bakar, yeri unutur. Yere bakar, göğü unutur. Göklerin azamet ve haşmet delilleri karşısında hayrete düşer; ayak bastığı yeri unutur. Yere dönüp gündelik işlerin hırgürü içine dalar, göklerin varlığını bile unutuverir.

Ve bilhassa, bunu yapar. Kendi küçük dairesinde küçük küçük hesapların içinde boğulur; yaşadığı yeri, yaşadığı dünyayı, yaşadığı kâinatı var edeni unutur gider. O kâinat sahibinin-kendi küçük dünyası dahil-bütün kâinata hükmeden misilsiz saltanatını düşünmez olur. Öylesi bir halde, gün gelir, küçük bir dalgalanma o küçük daireyi sarsar... ve küçük dünyalar alt-üst oluverir.

Mesela, 1908'de, pek cok Anadolu insanı için olduğu gibi...

Sene 1908, aylardan Temmuz... Osmanlı toprağında meşrutiyet ilân edilmiştir. Koca kâinatın içindeki küçücük dünyanın bu yerinde, bir rejim değişmesi yaşanmıştır. Kâinatın nimeti ile mukayese edince topu topu bir zerrecik mesabesinde bir değişmedir bu. Ama pek çok Anadolu insanını telaşa düşürmeye yeter de artar bile. Milyonlarca insana, o anda sanki "Din elden gidiyor"muş gibi gelir.

O telâşla Bediüzzaman Said Nursî'ye derler: "Dine zarar gelmesin, ne olursa olsun!" Meselâ, "varsın istibdad devam etsin".

Bediüzzaman, "Her bir adam vatanıyla, milletle, hükümetle alâkadardır"? tesbitinin sahibidir. Bu alâkadarlığın, insanın fıtratı icabı olduğunu tesbit etmiştir. Bunca insanın vatanla, milletle ilgili öylesi bir değişmeyle alakadar olmasında bir problem görmez. Ama "Ne olursa olsun"un ardında bir problem vardır. Vatan ve Hükümet âlemini, kâinatla beraber düşünememe kâinat içindeki her bir daireyi kainat Sahibinin varlığının şuurunda olarak bakamama problemi vardır.

O yüzden, Bediüzzaman, "Dine zarar gelmesin, ne olursa olsun" diyenlere öncelikle kâinatı nazara verir. Arı vızvızları ile yıldız uğultularının iç içe karıştığı koca kâinata dikkatleri çeker. Cemiyet hayatını, hükümeti, rejimi, devlet idaresini, işte öylesi bir kâinat tablosuyla tahlil eder.

"Evet, evet.. neam., neam... sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira kainatı nağamatıyla raksa getiren hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i ilahiye hiç durmuyor.Mütemadiyen güm güm eder.''

Şevki bozulanlar, o güm güm'leri işitmeyenlerdir. Oysa, güm güm'ler o kadarla sınırlı da değildir üstelik. Evet, Kur'ân, kâinatı nağmeleriyle raksa getiren hakikatların esrarını titreştirmektedir. Ama dahası da vardır. O "musika-ı ilâhiye," insanlık âlemini de ihtizaza vermektedir.

"Padişahlar padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur'ân denilen musika-i ilâhiyesi ile umum âlemi doldurarak, kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef i kehf-misal olan ulema ve meşayih ve hütebanın dimağ, kalb ve fehimlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelân ederek, çeşit çeşit sadalarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getirir."

Alimlere, evliyaya, hatiplere maddî-manevî onca eseri ilham eden, kâinatı da raksa getiren o ilahî "musika"dır. Onca eseri, insanlık âleminin onca büyüğünün dimağ, kalb ve kulağında o sadanın aksetmesi meyve vermiştir. Ki o eserler, bütün o "kütüb-ü İslâmiye," âdeta "bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmünde"dirler. O semâvî sadayı yere ve göğe ilân ederler.

Bediüzzaman bu tabloyu sunduktan sonra, sorar:

Kâinatı, yeri-göğü raksa getiren; dimağ, kalb ve kulaklara vurarak milyonlar İslâmî eseri meyve veren "o sada-yı semâvî ve ruhânîyi kalbin kulağıyla işitmeyen ve dinlemeyen, acaba o sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükümetin vızvızlarını işitecek midir?"

Ne mümkün! Padişahlar padişahı olan Sultan-ı Ezelînin o muhteşem "musika-i ilâhiye"sini işitmeyen, karasinekler gibi bir hükümetin adamlarının vızvızlarını hiç işitir mi?

Bediüzzaman'ın "Dine zarar gelmesin, ne olursa olsun" diye gelişen bir soruya verdiği cevabın düğüm noktası işte budur.

Din bütün siyasetlerin üstündedir

Bediüzzaman Said Nursî, söz konusu iktibasta, sivrisinek ile karasineği, kâinatın ayrılmaz bir parçası olarak nazara veriyor. Ardından sivrisineği hükümete, karasineği bürokrasiye misal getiriyor. Böylece, şu mesajı veriyor "Karasinek de kâinatın bir parçasıdır. Yani hükümet de, bürokrasi de, insanlığın fıtrî gelişme seyri içinde vücut bulmuşlardır. Onların vızvızları, demdemeleri kâinatı saran sadanın içinde ayrı bir yer tutar. Onların varlığı elzemdir. Ve var olmalarında bir mesele yoktur. Mesela, kâinatı raksa getiren Kur'ân'ın bildirdiği ilâhî hakikatlara, onların perde yapılmasındadır. Yani, o hakikatlarin varlığını onlara tâbi imiş gibi sanılmasındadır.

"Elhasıl, inkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi, beytül-ankebüt gibi zayıf düşmüş cehalettir onu korkutur, takliddir, onu telaşa düşürttürür. Zira, itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden, kalbini, aklını da hükümetin kesesinden tahayyül eder, korkar.

Burada, iki nirengi noktası söz konusudur: (1) "inkılâb-ı siyasî," yani rejim değişmesi; (2) o siyasî devrime muhatap olan kitle. Bu kitle, rejim değişmesinden dolayı, din namına korkuya kapılmıştır. Bediüzzaman, bu korkunun ardında "iman zaafı"nı görür. Bu kitlenin dinde hissesi vardır; ama bu hisse örümcek ağı gibi son derece cılızdır, incedir. Çabucak dağılabilir. Dinin hakikatından cehâlet, bahis konusudur. Allah'ın bütün kâinatı saran kudreti, ilmi, iradesi tam kavranmış değildir. Bu kitle, iman sahibidir. Ama bu "taklidî" bir imandır. Tahkikle, özüne inerek, sarsılmaz bir imana erişilmiş değildir. İşte o yüzden, bir "inkılâb-ı siyasî" söz konusu olduğunda korkar. Telâşa düşer. "Dine zarar gelecek" diye endişe eder.

Halbuki, zarar gelmez. Din, Allah'ın dinidir; ona ilişmeye kimsenin gücü yetmez. Ama din ehline zarar gelebilir. Bu zararın sebebi, "inkılâb-ı siyasî"nin kendisi değildir. O "inkılâb"ı icraya koyacak olanlar ile, o kitlenin kendisidir. Meşrutiyetin, yahut cumhuriyetin gelişi bizatihî hiçbir zarar vermez. Ama öylece işbaşına geçen zümrenin, eğer "dini tağyir etme" gibi bir hesabı varsa ve bunun için devlet güçlerini kullanırsa, ancak o zaman zarar gelebilir. Burada da, yine inanan kitlenin "esbab"a bir derece tesir veriyor oluşu rol sahibidir. İnanan kitle, tam bir iman ile Allah'a dayanıp Ona güvense "saadetini yalnız hükümetin kesesinden" zannetmese; "koyununa kendisi sahip çıksa" hiçbir zarar gelmez.

Nitekim, hakiki bir mü'min "saadetini hükümetin kesesinden" zannetmez. "Aklını, kalbini de hükümetin kesesinden" tahayyül etmez. Bilakis, hiçbir esbaba tesir vermeyip, yalnız ve ancak Allah'a dayanır. Acziyle, Onun kudretine teslim olur. İmanına, dinine bizatihî sahip çıkar.

Bu gerçek, Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'la yaşanan hayatının temel esaslarından birini teşkil eder. Nitekim, tam bir iman sahibi olarak, nice insanı telâşa düşürten "inkılab-ı siyasî"den, o korkmamıştır. Bilakis, o "inkılab"ın İslâmın hizmetine yönlenmesi için çalışmıştır. İslâmın varlığını, hiçbir zaman belli bir rejim, kişi veya kadronun varlığına bağlı görmemiştir.

Çünkü, "İslâmiyet güneş gibidir," Bediüzzaman'a göre. "Üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar." İslâmiyet güneşi, yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir."

Hükümetler ve rejimler, Bediüzzaman'ın âleminde "yerdeki ışıklar"dır. Yerdeki ışıklar, İslâmiyet güneşine tabi olabilirler ve olmalıdırlar; ama İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Semavî olan "hakikat-ı İslâmiye, bütün siyasâtın fevkindedir."

Bediüzzaman'a göre"siyaset" nedir?

Bediüzzaman'ın "siyaset"e dair tesbitlerine yön veren, işte bu hakikattır. Bediüzzaman, siyasî hadiselerdeki tavrını işte "İslâmiyet, bütün siyasâtın fevkindedir" hakikatına uyarak almıştır. O yüzden, "Bediüzzaman'a göre siyaset"i, işte bu hakikat ışığında incelemek gereği ortadadır.

Böylesi bir incelemeye geçerken de, öncelikle "siyaset"in ne olup, ne olmadığını tarif gerekir.

Lügatler, "siyaset"i şöyle tarif eder:

Yeni Lügat: "Memleket idare etme sanatı. Devlet idare tarzı." TDK Sözlüğü: "Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı." Devellioğlu: "Memleket idaresi." Longman:"Bir devleti yönetme bilimi ve sanatı." Websters: "Yönetim sanatı." Littre: "Devletleri yönetme bilimi." Robert: "İnsan toplumlarını yönetme sanat ve faaliyetleri." Larousse: "Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı." R. Digesr "Yönetim bilimi ve sanatı." Chambers: "Hükümet etme sanatı veya bilimi." Collins: "Bir ülke, toplum veya örgüt içinde iktidarı hedefleyen insanların eylem ve faaliyetleri.

"Bir siyaset bilimci, Maurice Duverger, bu tariflere bir yenisini eklemiştir: "İktidar bilimi."

Bediüzzaman Said Nursî'nin, "siyaset"i bu aslî mânâsı içinde ele aldığı, Risale-i Nur'da "siyaset"in geçtiği pasajlarda açıkça görülür. Nitekim, Münazarat'ın az önce söz konusu ettiğimiz yerinde, Bediüzzaman,"inkılâb-ı siyasî" tabirini bir "rejim değişikliği"ni ifade için kullanmaktadır. Yine Münazarat'ta, hükümeti kastederek, "... Üssülesas-ı siyaseti de şu düsturdur: Bu devletin dini, din-i İslâmdır" demektedir.

Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi 'de de bu mânâyı ihsas eder. Meselâ, "Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibâdet, âhirete ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir" der. "Onu da ululemirlerimiz düşünsünler."

Mektubat'ta ise, Emevîler bahis konusu iken, "siyaset" ve "saltanat" beraberce zikredilir. İlgili tahlil, "siyaset ve saltanat" ile başlar. "Tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat," "zahirî ve siyasî hilâfet," "saltanatın bir kısım kanunları ve siyasetin merhametsizce mukteziyatı" ile devam eder. Ardından, "saltanat siyaseti" tabiri gelir. Hemen ardındaki sayfada "Hükûmetin ve asayişin devamı için eşhas fedâ edilir" anlayışı, "merhametsiz siyasetin bir düsturu" olarak nazara verilir.

Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası'nda da"siyaset" ile ne anlaşılması gerektiğine ışık tııtar. Âhirzamanda geleceği hadisle bildirilen Hz. Mehdi'nin "hilâfet-i Muhammediye ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde "ki üçüncü vazifesi için "siyaset mânâsını ihsas eder" der.

Bütün bu iktibaslardan, "siyaset"in hangi mânâda kullanıldığı ortadadır. Hepsinde "siyaset" derken, hükûmete, idareye, iktidara dair fiiller sözkonusudur. Yani, Bediüzzaman'ın lûgatinde "siyaset," umumî mânâsı istikametinde, "hükümet etme"ye, "iktidar"a, "devlet idaresi"ne dair fıiller bütününü ifade eder. "Siyasî faaliyet" de, bu hedefe matuf olan faaliyettir.

Bu noktayı anlamadan, Risale-i Nur'un "siyaset"e dair tesbitlerini doğru anlamanın mümkün olmayacağı ortadadır. Yine bu noktayı anlamadan, Bediüzzaman Said Nursî'nin imanla yaşanmış 87 yıllık hayatını hakkıyla idrak etmenin imkânı yoktur.

Zira, 1918'de-Sünuhat'ında yazdığı üzere-"siyasetin ve şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım" diyen Bediüzzaman, dört yıl sonra davet edildiği Ankara'ya gitmiştir. Kasım 1922'de gittiği Ankara'da meb'uslarla görüşmüştür. Beyanname dağıtıp, Mecliste de okutmuştur. Tek parti iktidarının yumuşadığı bir devirde, parti genel sekreteri Hilmi Uran'a mektup yazarak, ikaz ve tavsiyelerde bulunmuştur. Çok partili idareye geçildiğinde, reyini Demokrat Parti lehine belli etmiştir. Demokrat Parti Emirdağ ilçe teşkilâtını talebeleri kurmuştur. Sonrasında, "O iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz" demiştir. Bazı Demokrat bakanlarla görüşmüştür. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ile Başbakan Adnan Menderes'e muhtelif mektuplar göndermiştir.

Dikkate değerdir, Bediüzzaman Said Nursî, bütün bu kabil fıilleri, "Siyasetin ve şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım" dediği bir vasatta işlemiştir. Nur Talebeleri "ehl-i siyasete karışmadığı"nı,1957'de, Demokratlara açıkça destek verdiği bir vasatta söylemiştir.

Çünkü, bütün bu fiiller ile "siyasetten Allah'a sığınma" ifadesi arasında bir tezat yoktur. Çünkü, söz konusu fıillerin hiçbiri "iktidar"ı hedefleyen bir faaliyet değildir. Hiçbiri "siyaset"e, yani "iktidar olma"ya, yani "devleti yönetme"ye yönelik bir fıil değildir. Hiçbirinde "devlete hâkim olma" hedefı yoktur.

Yani, ne oy verme, ne bir partiyi destekleme, ne bir parti teşkilâtına şahsen üye olma, ne mitinge gitme, iktidar olmayı hedef tutan bir "siyaset"in şümülünde değildir. Bu fıillerin hiçbirinde, yönetimi ele geçirme gibi bir amaç yoktur. Onun için "istiaze" edilen bunlar değildir. Peki, ya nelerdir?

Üç tarz-ı siyaset

Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur'da, siyasete dair üç ayrı tavırdan söz eder:

[1] "Siyaseti dinsizliğe âlet;"

[2] "Dini siyasete âlet;"

[3] "Siyaseti dine âlet."

[1] Siyaseti dinsizliğe âlet fıkri, yeni bir fikir değildir. Daha Osmanlı zamanında, bu fıkri taşıyanlar vardır. Bediüzzaman, o devirde "siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetleri ve fıkirleri olan "bazı münafık zındıklar"dan söz eder. Bir eserinde, bunları "tttihadçıların yüzde on olan mason kısmı" olarak tarif eder. Bu zümre, "o zamandan yirmi sene sonra" devlete hâkim olmuştur. "Garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet" etmeye teşebbüs etmiştir.

Tek parti dönemi boyunca "istibdad-ı mutlakı rejim telâkki eden bu "gizli komite," onca sene "vatan ve milletin dehşetli zararına, siyaseti mutaassıbane dinsizliğe âlet etmiştir. Böylece "beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviyet kanun-u esasîsine irticaa çalışmış"tır. "Dinsizlik düsturlarını kanuna bağlamış"tır. Ama başına hamiyet maskesini takmayı da ihmal etmemiştir. Dahası, "dessasane dini tezyif etmek için," önce dindarlan siyasete itip, onları iktidar kavgasına sevkedip üstlerine gitmeyi; sonrada "siyaseti dinsizliğe âlet etme"yi plânlamıştır.

Dikkati çeken husus şudur: Bu zümrenin asıl gayesi, iktidarı ele geçirmek değildir. İktidar, bu "gizli İslâmiyet düşmanları" için sadece bir vasıtadır. Dinsizliği neşretmenin âletidir. "Gizli İslâmiyet düşmanları"nın niyeti, iktidarı ele geçirip, nimetlerinden şahsen istifade ile sınırlı değildir. Sadece zevk-ü safa sürmek değildir. Asıl niyet, başa geçip devlet güçlerini dinsizliğe âlet etmektir. Siyaseti dinsizliğe âlet etmek için iktidarı ele geçirmişlerdir.

Ve ederler de... Çeyrek asır boyunca devlet güçlerini dini yok etme, dinsizliği yayma hedefı için kullanırlar.

[2] Bediüzzaman, buna mukabil, "dini siyasete âlet etme"yi kesinlikle reddeder. Velev ki, "Biz İslâmı istiyoruz. İslâmı iktidara getirip, İslâma hizmet edeceğiz" desin, böyle bir hareketi kat'iyyen kabul etmez. "İnkılâbcı bir siyaset-i İslâmiye" fıkrine, kendi mesleği açısından muhalefetini açıkça ortaya koyar. Nitekim, öyleleri çıkmış; ve Bediüzzaman onlara karşı tavır koymuştur. Gerek şu ülke içinde, gerek sâir İslâm ülkelerinde böylesi bir anlayışla ortada kalmanın zararları konusunda uyarıda bulunmuştur.

Meselâ Meşrutiyet devrinde, "siyaseti dinsizliğe âlet" niyetine karşı, "bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı" der Bediüzzaman. Bunu tenkid eder. "İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz" çünkü."Ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir."21 Hem,"Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin."22

Bediüzzaman Said Nursî'nin, dini siyasete alet edenler için "dindar ehl-i siyaset" demesi manidardır. Evet, bu insanlar dindardırlar. Ama dini siyasete tâbi görmektedirler. Yaptıkları ise "siyaset-i İslâmiye"dir; yâni önce iktidara gelme, sonra o iktidarı İslâm adına kullanmadır. Bediüzzaman, bunun şiddetle karşısındadır. Çünkü, bir kere din siyasete tâbi ve âlet olamaz. Din, devlet ile kâim değildir. ikincisi, böylesi bir hareketle "bâki elmaslar" hükmündeki ilâhi hakikatları "kırılacak âdi şişeler hükmüne" düşürme; iktidar kavgasının oyuncağı yapma tehlikesi vardır. Ki bu, "İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir."

Bediüzzaman bu noktada ikinci bir hükmü daha ortaya koyar: "Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez." Bunun örneği, Osmanlı zamanında görülmüştür. Meşrutiyeti askıya alan "Sultan Hamid'in mecbur olduğu istibdad"a bazı alimler İslâmî kılıflar uydurmaya çalışmışlardır. Bu da, İslâma zarar vermiştir. Zira, istibdada hücum edenler, bu arada İslâma da hücum durumuna düşmüşlerdir. Bu açıdan, Bediüzzaman "Otuz sene halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildiği zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz"25 der.

Aynı hataya, Cumhuriyet sonrasında düşenler de olmuştur. Meselâ, iktidara hâkim olan zümrenin dinsizliği neşir gayretine karşı silâha sarılan, kuvvete başvuran kimi insanlar neticede dine zarar vermişlerdir. Bu hareket ile, "husulü meşkuk bir maksad için binler günaha girilmiş"tir. "Birinin yüzünden çoklar belâya atılmış"tır. "On ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girilip, masumlar günaha atılmıştır.26 Sonuçta, elde zarardan başka birşey yoktur. Üstelik, sadece şahıslar zarar görmüş değildir. Bu hareket, zaten dine hücum için bahane arayan "siyaseti dinsizliğe âlet" edici güçlerin eline fırsat vermiştir. Dine yönelik birçok hücum, bu bahane edilerek başlamıştır. Dindarlara yönelik en büyük zulüm, bundan sonra olmuştur. Tekke ve zaviyeler bundan sonra kapatılmış; tarikatlar, Kur'ân öğrenimi, dinî eğitim bundan sonra yasaklanmıştır. Velhasıl, böyle böyle, siyaseti dinsizliğe âlet edenlerin elinde, memleket bir bataklığa girmiştir. Şu ülke dahil, Dârü'l İslâm'ın birçok cüz'ünde yaşanan budur.

Bediüzzaman Said Nursî, içinde bulunduğumuz asra dair şu umumî tabloyu çizer:"Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur'ân'ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi."27 O bataklığa giren iki grup insandan söz eder Bediüzzaman. Yüzden yirmisi, bataklığı misk-ü amber zannedip yüzüne gözüne bulaştınr. Yüzden sekseni bataklığı anlar, ufunetli, pis olduğunu hisseder, ama çıkamaz. "İşte bunlara karşı iki çare var. Birisi, topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır. İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir."

Bediüzzaman, ikinciyi tercih eder. "Topuz"a benzettiği "siyaset"e girmez. "Siyaset topuzu"nu kullanmaz. Yani, iktidarı hedef alan bir harekette bulunmaz. Bir siyasî parti kurma veya iktidarı hedef alan bir örgütlenmeye girme veyahut belli bir partiye veya partilere girip kadrolaşma gibi tavırlar sergilemez. Ki böylesi bir hareketin akîm kalması mümkün olduğu gibi; bir elde topuz varken nurun insanlara yol göstermesine mani olma tehlikesi de vardır. Bediüzzaman, sadece ve sadece nur göstermeye çalışır. Bu noktada, tesbiti şudur:

"Hakaik-ı imaniye ve Kur'âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim, elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam tarafından ''Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?'' diye düşünürler. O elmaslara adi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer."

Burada, "siyaset" ile kast edilenin, meselâ oy vermek, bir siyasî partiye destek olmak olmadığı açıktır. Kast edilen iman hizmeti ile beraber, bir iktidar hedefınin de güdülmesi ve ona da çalışılmasıdır. Bu hedefe ister partileşerek veya devrimci birtakım yapılanmalara girerek doğrudan, ister kadrolaşarak dolaylı şekilde ulaşmak amaçlansın; ikisi de, Risale-i Nur'un yolunda yoktur. Zira, her halde, Risale-i Nur, siyasete âlet ve tâbi edilmiş olacaktır. Oysa, verilen"ders-i Kur'ân," "bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerinin fevkinde"dir.31

Bediüzzaman, bu noktada şöyle der:

"Hakaik-ı imaniye-i Kur'âniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur'ân'ın hakikatlarını dini dünyaya satan veya âlet eden adamlann nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur'un has ve sadık talebeleri, gayet şiddet-i nefretle siyasetten kaçıyorlar."32

Burada kast edilen mânâ da açıktır. Risale-i Nur Talebeleri "siyasetten kaçıyorlar," yani hükûmeti ele geçirme gibi bir hedeften kaçıyorlar. İktidar olma gibi bir faaliyetten kaçıyorlar. Böyle bir neticeyi hedef edinmiyorlar. Çünkü, İslâmiyet güneşini yerdeki ışıklara tâbi ve âlet etmiyorlar. Semavî olan iman hakikatlarını, dünyevî bir mücadeleyle sunmuyorlar.

Bu mânânın kast edildiği, şu sözle de açığa kavuşmaktadır:

"Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinad olur."

Yani, dine saldıran dinsizlere karşı, onlara muhalif bir siyasî harekete destek olmanın, yardımcı olmanın; ona oy vermenin, ona oy verilmesi için çalışmanın, Riisale-i Nur ölçüleri içinde yeri vardır. Yeri işte budur. Ve bu kabil faaliyetler "Nur Talebeleri siyasetten kaçıyorlar" hükmü ile çelişmez. Çünkü, bu faaliyetlerde hedef, "Nur Talebeleri" olarak iktidara geçmek değildir.

Siyaset dine âlet edilir!

[3] "Islâmiyet bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir"34 der Bediüzzaman. "Eğer mümkün ise," "siyaset vasıtasıyla dine hizmet" meşrudur, makbuldur. Yapılabilir, hatta yapılması "vazife"dir.35 "Ehl-i İslâmiyet, hamiyeti diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle, siyaseti dine âlet yapabilir."36

Nitekim Said Nursî, "Eski Said" olarak "bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet etmeye çalışmış''tır.

"Ve derdi ki, ''dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim.'' Evet, o zamanda kırkelli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış."37

Bu hal, bir "siyasete girme" hali midir? Hayır. Çünkü, hedef devlet idaresi değildir. Hedef, "dine hizmet"tir. Kendisi yönetimde bir yere oturmaksızın, idarî kademelerde yer almaksızın, yönetimi dine hizmet etmeye yöneltmek hedefı vardır. Asıl maksat, budur. Siyasetin dine hizmet edeceği yerde bunun için çalışmak makbuldür, makuldür, meşrudur.

Bediüzzaman da, mümkün göründüğü vasatta buna çalışmıştır. Ama vakta ki, siyaseti dinsizliğe âlet eden güçler devlete hakim olur; bunu terkeder. Zaten, terketmemiş olsa bile, siyaseti dine lıizmetkâr etmeyi başarması o şartlarda mümkün değildir. Böylesi bir halde, bilakis söz konusu güçlerin kontrolüne girmiş devlet güçlerini üstüne çekip, dine zarar verme tehlikesi vardır.

Yani, "İslâmiyeti siyasete âlet etme"ye asla kalkışmamış olan Bediüzzaman Said Nursî, "siyaseti dine âlet etme" tavrını ise, yanlış olduğu için terk etmiş değildir. Yeni halde bu mümkün olmadığı için bunu terk etmiştir. Ama ne zaman ki dinsizliği hedefleyen güçlere karşı muhalif ve dine hürmetkâr bir diğer hareket siyaset sahnesine çıkar; ağırlığını bu defa o yöne verir. Siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı yine siyaseti dine hizmetkâr etmeye çalışır. Ama hemen vurgulayalım: Ehl-i siyasete bunu söyleyerek, yoksa, kendisi ehl-i siyaset olarak değil!

Bir lâhikada, "Vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti mutaassıbane dinsizliğe âlet edenlere karşı bizim siyasete bakmamıza mecburiyet-i kat'iye olduğu zaman"dan söz eder Bediüzzaman. Ve işte o zaman, siyaset âlemine bakar; dinsizliği hedef alan güçlere karşı, onlara muhalif olan Demokratları görür ve "siyaseti dine âlet ve dost yapma vazifesini" bildirir.

Bediüzzaman, bu vazifeden asla geri kalmayacaktır.

Bediüzzaman'ın bu noktada "vazife" tabirini kullanması, bilhassa dikkate değer. Bu, "Siyaseti dine âlet ve dost yapmaya çalışılabilir de, çalışılmayabilir de. Ben bu işle ilgilenmeyebilirim" demek değildir. Yani, mümkün olduğu yerde buna çalışmaktan kaçınmak, bir vazifeden kaçmak demektir. Hürriyeti yok eden, İslâma hücum eden, genç dimağları dinsiz fikirlerle dolduran, her kesime dinsizliği neşre çalışan bir tehlikeli harekete karşı; hürriyet ve demokrasi taraftarları lehinde çalışmak, Bediüzzaman'a göre, İslâmî bir vazifedir. Bunu yapmamak, bu vazifeyi ihmal etmektir. Bunun mazereti de yoktur. Zira bu ihtimalle, bilmeyerek de olsa, dinsizliği hedef bilen siyasî harekete güç verilmektedir. En azından belinin kırılmasına mani olunmaktadır.

İşte bu nokta, siyaset dairesinin de, "ubudiyet dairesi"ne dahil olduğu noktayı temsil eder. Böylesi bir halde, dinin lehinde olan için yardımcı olup, dinin aleyhine olanın aleyhine çalışmak, siyaset dairesinde kulluğu yaşamanın ifadesidir. Zira, hedef, her dairede olduğu gibi, dine hizmettir. İman hakikatlarının inkişafının önüne çekilen kalın zulmet perdesinin yırtılması hedefi vardır. Böylece iman hakikatlarının inkişafına vesile olma hedefi vardır.

Evet, hakikî dindar "Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir"39 diye bilir. Âyetü'l-Kübra'da ifade edilen şu hakikatın şuurundadır: "İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, Hâlik-ı kâinatı tanımak ve Ona ibâdet etmektir." Her mü'min, buna çalışır. Hedefi, gayesi budur. Ve bu gaye, "eğer mümkün ise,"41 siyaseti de bu gayeye âlet etmeye engel değildir.

Bediüzzaman, bu konuda şu son derece berrak hükmü verir:

"Hakiki dindar ise, `bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir' diye siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir."

"Hakiki dindar" için "birinci mertebe"de önemli iş, kulluğudur. Mü'min, hayatının her ânını, her hal ve şartı buna göre yaşama durumundadır. Yemeğini buna göre yer; işinde buna göre çalışır. Çiçeğe de buna göre bakar; siyasete de... Siyaset dairesinde alması gereken tavrı, "Şöyle bir ülkede, şu şartlarda, hikmet dairesinde, kulluğum icabı nasıl bir siyasî tavır almam gerekiyor?" diye sorarak belirler. O noktada aldığı tavır da imanının bir tezahürüdür.

Kulluğunu hatıra getirmeden, boşu boşuna, gayesizce, sırf lüzumsuz bir merak ile veya dünyevî bir gaye ile tavrını almayı hakikî bir mü'min için düşünmenin ise, imkânı yoktur.

Şerrinden Allah'a sığınılan siyaset" nedir?

Buraya kadar yaptığımız tahlili özetlersek:

"İslâmiyet, umumun mukaddes malıdır. Bütün siyasî cerayanların üstündedir. Mevcudiyeti için şu veya bu siyasî cereyana tâbi görülemez. İslâmiyet, hiçbir siyasete tâbi olamaz. Semavî, ilahî "hakikat-ı İslâmiye"yi siyaset cereyanlarına âlet etmeye kimsenin hakkı yoktur. Nitekim, Bediüzzaman'ın "istiaze" ederek "şerrinden Allah'a sığındığı" bir hal, budur. Bediüzzaman, "maksad-ı aslî"43 olarak, yani "dini ona tâbi kılma ve âlet etme" pahasına siyasetle iştigalden her zaman Allah'a sığınmıştır.

Eski Said devrinde de; Yeni Said devrinde de...

Ama siyaset, "eğer mümkün ise" dine âlet ve dost ve hizmetkâr yapılabilir. Yapılmalıdır da. Bunun için yapılan herhangi bir fiili, "şerrinden Allah'a sığınma"yı gerektiren bir fiil olarak göremeyiz. Çünkü, burada, "dini siyasete âlet etmek" söz konusu değildir. Bizatihî ehl-i siyaset olmadan, ehl-i siyaseti dine hizmet ettirmek söz konusudur. Bediüzzaman, mümkün olduğu her zamanda, buna çalışmaktan geri durmamıştır.

Eski Said devrinde de; Yeni Said devrinde de...

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye'de, "şerrinden Allah'a sığındığı" husus olarak "dini siyasete âlet" tavına dair paragrafın devamını şöyle getirir:

"... Hatta, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki, bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkid ve tefsik etti.

"Eski Said ona dedi: `Bir şeytan senin fıkrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lânet edeceksin. Bunun için Eski Said `Siyasetin ve şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım' dedi ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti."

Burada, "ehl-i siyaset"in -velev ki dindar olsun- düşebileceği tehlikeli hal nazara verilir. Siyaseti asıl maksat yapanlar, ölçüyü muhafaza edemeyebilir. Tarafgirlik nazarıyla haklıyı haksız, haksızı haklı görebilir. "Şeytan birisine yardım etse melek der, rahmet okutur. Ötekisinde melek görse, libasını değiştirmiş seytandır der, lânet eder." Gayesi "siyaseti dine âlet;" niyeti "dine hizmet;" ölçüsü "din" olmayan böyle biri, aynı siyasî görüşteki siyasetdaşı için hep hüsn-ü zan eder; herşeyini iyiye yorar. Muhalif için ise, daima su-i zan eder; hep kötüye yorar."Su-i zan ve hüsn-ü zan nazarıyla, dürbünün iki tarafı gibi leh, aleyhdar... Vâhi emareyi bürhan, bürhanı vahi emare görür.

Oysa gayesi "siyaseti dine âlet;" niyeti "dine hizmet;" ölçüsü "din" olan biri, bu hataya düşmez. Doğruya doğru, eğriye eğri der velev ki doğru öbür tarafta; eğri bu tarafta olsun. Bediüzzaman'ın hayatı ile gösterdiği gibi, siyasetini dine âlet etmek üzere destek verip yardımcısı olduğu siyasî hareketin yanlışını görse, onu da ikaz eder.

Bu tavırda sakınılacak birşey yoktur. Ama diğeri, tehlikeli bir haldir. Hakka karşı işlenmiş bir zulümdür. Nitekim, "İşte şu zulümdür; 'Muhakkak ki, insan zâlimdir' sırrını gösterir"47 der Bediüzzaman. Kurân'ın haber verdiği bu dehşetli halden Allah'a sığınır. "İnad, bazan müfrit fırka mutâassıplarına dalâl ve batılı iltizam ettirir " der ve bu hale düşmekten Allah'a sığınır.

Bu noktada, Bediüzzaman'ın "fırka mensupları" tabirini kullanmadığı görülür. "Müfrit fırka mutâassıpları" der Bediüzzaman. Hakkı bâtıl, bâtılı hak gören; doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösteren onlardır. Yani,"siyasetten Allah'a sığınmanın" şümulünde, şahsen "parti mensubu" olmak yoktur; "müfrit fırka mutaassıbı" olmak vardır. Sığınılan, "ifrat" ve "taassup" halidir. Hakkı bâtıl, bâtılı hak görme halidir. Ama bir parti mensubu kendi siyasetdaşının yanlışını da görebiliyorsa; bâtılı hak imiş gibi te'vile çalışmıyorsa asıl ölçüsünü "siyaset" kılmıyorsa, bunda korkulacak bir hal yoktur.

Ki, meselâ, Bediüzzaman'ın hayatta olduğu 1950'lerde, Demokratların Emirdağ ilçe teşkilatı başkanı, onun bir talebesidir. Bir milletvekili de... Zira, "bazı kardeşler Nur'lar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilirler."

Bu son hüküm, son derece önemli noktaları içermektedir. Bir kere, eğer aslolan ehliyet ve liyakat ise, kim o liyakatı gösteriyorsa, o tercih edilir. Yoksa, birisi, "Ben filâncayım. Ben fılân dinî kesimin temsilcisiyim. Şu kadar oyum var" diye siyasete giremez. Çünkü, kimsenin oyu kimsenin cebinde olamaz, olmamalıdır. Ki, devlet yönetiminde yer almak bir "selâhat" işi olmaktan önce "mahâret" işidir; ehil ellere ulaşması gereken bir iştir. Bir kişinin çok mütedeyyin olması yahut meselâ Risale-i Nur'u çok iyi okuyup düşünüyor olması ayrıdır; iyi bir yönetici olmak ayrıdır. (Zaten, bir mektupta Bediüzzaman'ın tespit ettiği gerçeğe bakılırsa, ilk halifeler ve de sonraki bazı ender hükümdarlar hariç, iki meziyeti aynı anda koruyabilen olmamıştır.)

Konu siyasî tercihse, o noktada, hak ölçüler içinde ve de hikmet dairesinde en ehliyetli görünen tercih olunur. Kaldı ki, meselâ "Ben daha dindarım" veya "Ben filân cemaat adına buradayım" tavrının ardında, dolaylı da olsa, dinî hassasiyetin oya tahvili gayreti vardır; ki bu "dini siyasete âlet etme" şümulüne girer. Dahası, siyaset âleminde "dindarlar," "Nur'lar," v.s. adına diye ortaya çıkılırsa, o tek kişinin-veya bir zümrenin-yanlış bir hareketi doğrudan "din"e,"dindarlar"a, "Nur'lar"a mal edilecektir; ve kimsenin buna sebebiyet vermeye hakkı yoktur.

Kısacası, bir ehl-i din siyasete girse, yalnız kendi namına girebilir. "Din" namına; "hakka hizmet" namına girdiğini söyleyemez-velev ki niyeti bu olsun!

Siyasette ölçü

Herhangi bir gün birisi çıkıp, "Ben [veya biz] siyaseti dine âlet etmek istiyorum. Dini siyasete âlet etmeyeceğim. Bu ölçüleri bilerek meydana çıktım" diyebilir. Bu sözün o kişinin gerçek niyetini aksettirip ettirmediğini anlamanın yolu var mıdır? Ölçü nedir?

Bediüzzaman, bu bakımdan, (a) onaya çıkan şahıs; (b) ortaya çıktığı vasat açısından ölçüler getiriyor.

Sünuhat'ta Bediüzzaman'a yöneltilmiş şöyle bir soru vardır. "Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım."

Bediüzzaman, bu soruya şu cevabı vermistir:

"Evet, lâzımdır. Fakat kat'i bir şart ile ki, muharrik aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikelidir. Birincisi hata da etse, belki ma'fuvdur. İkincisi, isabet de etse, mes'uldür."

Ne var ki, bu "enfüsî" bir ölçüdür. O kişinin bileceği birşeydir. Onun niyeti İslâmiyet aşkı mı, siyasetçilik mi, biz bilemeyiz. Hatta o kişi kendimiz dahi olsak, iç dünyamızda hangi saikle harekete geçtiğimizi tam olarak kestirmek pek kolay değildir.

İşte o yüzden Bediüzzaman Said Nursî iki ölçü daha veriyor:

"Kim fasık siyasetdaşını mütedeyyin muhalifine su-i zan bahaneleriyle tercih etse muharriki siyasesetçiliktir. Hem, umumun mâl-i mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi rneslekdaşına daha ziyade has göstermekle, kavi bir ekseriyette, dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir."

Meselâ, bir siyasî partiye mensup bir insan düşünelim. Aynı parti içinde, siyasî tercihteki isabetine mukabil, başka noktalarda yanlışları ve dine aykırı halleri olabilir. Başka bir partide ise, siyasî tercihi isabetsiz, ama sair cihetlerden dinin övdüğü meziyetlere sahip biri olsun. Eğer, siyasî tercih farkı yüzünden ikincisi hepten kötüleniyor; diğerinin ise yanlışı da doğru gibi görülüyorsa, burada "aşk-ı İslâmiyet" yoktur. "Siyasetçilik ve tarafgirlik" vardır.

Kezâ, siyasî tercihi belirtirken, "Ben daha dindarım. Biz dindarız" gibi sloganlar ile yola çıkılamaz. Din, kimsenin tekelinde değildir. Bilâkis, bütün insanlığın mukaddes malıdır. Belli bir partinin inhisarına alınamaz. Kendi partisine, ya da partilerine has gösterilemez. Çünkü, böylesi bir tavır, diğerleri için "Biz Müslüman değil miyiz? Bizi Müslüman saymıyor musun?" gibi itirazları getirecek; söz konusu tekelci tavra yönelen itiraz, o tavır devam ettikçe, dine aleyhtarlığa dahi dönüşebilecektir. Bundan en başta zarar görecek olan, dindir.

Kaldı ki, "Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor"52 der Bediüzzaman. Meselâ bir kişi eğer dini kendi partisinin tekeline alma temayülü gösteriyorsa, bunun gerisinde "nefis sevgisi" vardır; "aşk-ı İslâmiyet" değil.

Bediüzzaman, bunu bir örnekle açıklar:

"Meselâ, iki adam döğüşürler. Biri zaif düşeceğini hissederken, elindeki Kur'ân'ı kaviye uzatmakla himayesini davet edip kavi bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin. Kur'ân'a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur'ân'ı Kur'ân olduğu için sevsin."Eğer kavinin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur'ân'ı kavi bir hadimden mahrum bırakmakla zaif bir elde beraber yere düşerse, o Kur'ân'ı kendi nefsi için sever demektir."53

Böylesi bir hal, hiç şüphe yok, şerrinden Allah'a sığınmayı gerektirir bir haldir!

Siyaset tarafgirliğinin bu hali nasıl doğurduğunun acı örnekleri, maalesef görülmüştür. Dün de, bugün de görülmüştür. Meselâ, Meşrutiyet döneminde böylesi acı hale şahit olunmuştur. "İstibdat" tarafgirliği ile İttihad ve Terakkiye düşman olan kimi dindarlar, o fırkayı "masonluk"la karalamaya çalışmıştır. Bediüzzaman'a göre, "yüzde on edepsiz, çok sefih mason kısmı"nı, 54 İttihad'ın tamamı öyle insanlarmış gibi sunmuşlardır. "Yüzde doksanı mu'tekid Müslimler"i de "edepsiz, çok sefih mason kısmı" gibi göstermek istemişlerdir. Böylece, çoğunluğun nefretini ve hiddetini çekmişlerdir.

Aynı durum, yakın geçmişte de yaşanmıştır-ve hâlâ yaşanmaktadır. "Din namına" ortaya çıkan; ama dinsizliğe karşı gelişen bir diğer siyasî hareketi baltalayan bir parti, işi "Müslüman sayımı"na kadar götürmüştür. Aldığı oya bakarak, "Türkiye'de şu kadar Müslüman var" diyebilmiştir. Kendisi dışındaki herkesi dinin dışında sayma cür'etini gösterebilmiştir. Böylesi bir anlayış, velev ki siyaseten başarıya ulaşsın, velev ki iktidar olsun, hâlâ tehlike vardır. Zira, kendisini "İslâmın temsilcisi" gördüğü ölçüde, her yanlışı İslâmın hanesine yazılacaktır. İlgili parti değil, İslâm karalanacaktır.

Âlet olmamanın ölçüsü nedir?

Bediüzzaman Said Nursî, Meşrutiyetin ilânı sırasında, siyâseti dine âlet etmeye çalışmıştır. 1917'de esâretten dönüşünde ise, siyasetle hiç iştigal etmemiştir. Tek parti devrinde siyasete bakmamıştır. Ancak, çok partili demokrasiye geçilirken, yine "Kur'ân menfaatına" siyaset âlemini tahlil ederek Demokratları dine yardımcı kılmaya çalışmıştır.

Bütün bu tavırlar ayrı ayrı mülâhazaların mı ifadesidir? Yoksa, hepsi aynı ölçü tatbik edilerek mi belirlenmiştir?

Bediüzzaman Said Nursî, işte bu noktada, her zaman ve zemin için tatbik olunabilir umumî ölçüler getiriyor.

Esâretten dönüşünde, sorarlar Bediüzzaman'a: "Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?" Cevap şöyle gelişir:"Biz müteharik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammane tahribimizde eser-i telkini icra ederiz."

Devamla, Bediüzzaman "müteharrik-ibizzat" oluş ile "bilvasıta müteharrik oluşun ölçüsünü verir:

"Müteharrik-i bizzat," kendisi hareket ediyor demektir. Hareket kaynağı, kendisidir. "Hareketi kendinedir." Hariçten birinin âleti değildir. Bilâkis "harici kendine âlet-i lâyeş'ur edebilir."

"Bilvasıta müteharrik" ise, başkası onu harekete geçiriyor demektir. Başkasının tahrikiyle hareket etmektedir. Başkası üfleyip, o oynamaktadır. Bütün harekâtı, bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür."

Bu umumî ölçü, siyaset-din ikilemesi için de kullanılır bir ölçüdür. Yani, eğer siyaseti dine âlet etmek mümkünse buna çalışılır. Burada, hareket noktası dindir. Muharrik, dindir. Yok, eğer dinin siyasete âlet olması ihtimali varsa, bundan kesinlikle kaçınmak gerekir. Çünkü, burada hareket kaynağı siyaset olacaktır ve din, siyasete âlet durumuna düşecektir.

Nitekim, Bediüzzaman, "İttihad-ı İslâm Partisi" diye isim verdiği muhtemel bir siyasî hareket için bu ölçüyü şöyle tatbik eder:

"İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmışyetmiş tam mütedeyyin olmak şartıyla şimdiki siyasetin başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyâsetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır."

Bediüzzaman, burada "yüzde altmış yetmiş tam mütedeyyin olmak" şartını bilhassa koyar. Öylesi bir vasatta, zaten çoğunluğun tercihi ile, siyaset dinin hizmetinde olacaktır. Dini siyasete âlet etme tehlikesi bahis konusu değildir. Ama bugünün şartları buna müsaade etmez. Zira, "terbiye-i İslâmiye zedelenmiş" haldedir. Seneler süren bir aşılama ile, kafalar bulanıktır. Akıllarda şüphe tohumları ekilidir. Kalbler, şüphe okları ile yaralıdır. Doğu ile yanlış; hak ile bâtıl kolay ayırt edilemez haldedir. Fazilet ve rıza-yı ilahînin yerine "menfaat;" birbirine yardımın yerine "mücadele" hâkim fikir olmuştur.

Bu vasatta, ortaya çıkarak, "dini siyâsete âlet etme" tehlikesi vardır. Dolayısıyla, bugün öyle bir hareket olsa, en başta din zararı olacaktır. Zira, bu şartlarda "bilvasıta müteharrik" olacak; merhametsiz siyasetin çarklarına girecek; dini siyasete âlete mecbur olacaktır. "Hulüs-u niyet" de pek fayda vermez. Niyeti hâlis olsa da, dine zarar verdirdiği için mes'ul duruma düşer.

Neden demokratlar?

Said Nursî, 1920'ler ve sonrasının Türkiye tablosunu şu berrak çizgilerle tasvir eder: İslâmî ölçüler, hem de "çok zamandan beri" dumura uğramıştır. "Hükümet laik cumhuriyete dönmüştür." Bu halde, ancak ve ancak "mânevî bir cihad" yürütülebilir. Zedelenen "terbiye-i İslâmiye," ancak "iman-ı tahkikî kılıncıyla" tedavi edilebilir. Dinin hak ve hakikatını gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanlara, delillere ihtiyaç vardır.

Bediüzzaman, Risale-i Nur'u bu tahliller ışığında te'lif eder. Ve, yukarıda özetle sunduğumuz tabloya atıfta bulunarak, "işte bu sırr-ı azim içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar"? der.

Buna nuıkabil, dinin lehine bir siyasî hareket gelişme istidadı gösterdiğinde, Bediüzzaman, "Bu vatan ve İslâmiyet ve Kur'ân menfaatına" ona yardımcı olacaktır; destek verecektir:

"Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur'a zarar vermiyor, az müsaadekardır; ehvenüşşer olarak bakınız. Daha a'zamüşşerden kurtulmak için onlara zararınız dokunmasın; onlara faideniz dokunsun."

Bediüzzaman, gerek bu tavrını, gerek 1950 öncesi tavrı, şu tahlilin ışığında almıştır:"Simdi Kur'ân, İslâmiyet, bu vatan zararına üç cereyan var.

"Birincisi: komünist, dinsizlik cereyanı... bu yüzde otuz-kırk adama zarar verebilir."

Birisi de: Eskiden beri müstemlekâtların Türklerle alâkalarını kesmek için Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için ifsad komitesi namında bir komite:... Bu da on, yirmi adamı bozabilir.

"Üçüncüsü: Garplılaşmak, Hıristiyana benzemek ve bir nevi Purutluk mezhebini İslamlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısmı siyasetler heyetidir. Bu cereyan yüzde,belki binde birisini Kur'an ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir."

Bu üç hareket, Cumhuriyetin ilk devresinde, tek parti CHP"nin bünyesinde yer edinmiştir. Bilhassa ilk iki cereyanın 27 yıl boyunca, dine ve dindarları büyük zararı olmuştur. Burada, dikkat edilmesi gereken bir nokta şudur: Dinsizliği hedef tutan tek bir güç var değildir. İki ayrı akım bunu hedef bilmektedir. Birinin ana ideolojisi, komünizmdir. Diğeri, varlığını ve hedefini gizlediği için Bediüzzaman "gizli komite" der. O da, kitleleri ifsad ederek hedefine varma gayretindedir.

Bu iki akımın Cumhuriyetin ilk onyıllarında siyaset sahnesine hakim olarak büyük tahribatlara yol açtığı bir sır değildir. İkisi, onca sene devlet güçlerini dinsizliğin lehine, dinin aleyhine kullandırmışlardır. Okullarda, dini reddeden; Allah'ı inkar fikrini aşılayan; Peygamberi "yalancılıkla itham eden; İslâmı tahkir eden bir müfredat, onca sene tatbik edilmiştir. Ders kitapları, inkâr zehirleri saçan satırlarla dolmuştur. İnsanlar maddeci yapılmak istenmiştir. Bu yolda, sadece dinsiz fikirler yaymakla ve din lehine her bir şeyi en gaddar şekilde bastırmakla da kalınmamıştır. Dahası, insanların zayıf damarlarından girilmiştir. Müstehcenlik alabildiğine teşvik edilmiştir. "Kazanmak,""daha fazla kazanmak," "daha fazla kazanmak" kafalara kazınmıştır.

Çünkü, verilen eğitime göre, "âhiret" yoktur; "Allah'a iman" yoktur; "Allah'a karşı kulluk borcu" yoktur. Sadece ve sadece dünya, ve heveslerinin esiri insan vardır."Keyfince yaşa!"

Bediüzzaman, bilhassa körpe dimağların zehirlendiği o devir için, "cebrî bir serbestiyet" tabirini kullanır. Güya insanlar serbest bırakılmıştır. Ama gerçekte, heveslerinin kölesidirler artık. Ayrıca, "istibdad-ı mutlak"ı getiren rejimin de kölesidirler... Çünkü, hedeflerini tatminin yolu, onun verdiği "rüşvet"lerden geçer-mevki makam gibi, maddî imkânlar gibi...

Bu dehşetli, dessas ve ustaca hazırlanmış dinsizce icraatın gerisindeki iki güce karşı, Bediüzzaman her zaman mücahede etmiştir. "İman-ı tahkikî" kılıncıyla, "manevî bir cihad-ı dinî" ile . Nitekim, "Biz Kur'ân hizmetkarları ve Nurcular" der, "evvelki iki cereyana karşı daima Kur'an'ın hakikatlarını muhafazay'a çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyor.''

Bir mümin dünyaya ve siyasete ancak din namına bakabilir. O dairenin dine hizmete sevk olunması imkanı varsa, siyasete bakar. Yani, siyasete "siyaset" hesabına değil, "dine hizmet" hesabına bakar. Ama "istibdad-ı mutlak"ın rejim bilindiği, "siyasetin dinsizliğe âlet" edildiği bir ceberut devrinde, bunun temini mümkün olamaz. Siyaseti dinsizliğe âlet edenlerin Kur'ân'a hücum ettiği bir devirde yapılacak olan, bu hücuma karsı "Kur'ân hakikatlarını muhafaza"dır. Siyaset sahnesinde ise, bu hizmete yardımcı olacak bir güç, bir karşı ağırlık o devirde yoktur.

1950 Türkiye'sinde ise, durum değişmiştir. Artık siyaset sahnesinde, dinsizliğe muhalif bir hareket de vardır. Eskiden beri her iki kanattan dine hücum eden iki dinsizlik akımına karşı, bir üçüncü ağırlık belirmiştir. İşte o yüzden, istibdad devri için,"Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş" diyen Bediüzzaman, şöyle devam eder:

Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki, Demokratlar evvelki, iki müthiş cereyana karşı bize yardımcı olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar. Demokrat Partisi, meslek itibarıyla öteki iki cereyan-ı azimenin durmasında ve def etmesinde mecburî vazifeleri olmasında, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir faidesi dokunabilir."

"Bu cihetten biz Demokratları iktidar yerinde muhafazaya Kur'ân menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz.

Bediüzzaman Said Nursî'nin, Demokratlara dair tespitte bulunurken meslek itibariyle tabirini bilhassa kullanması dikkate değer. Bu "meslek" nedir ki, Demokratları evvelki iki din düşmanı cereyana muhalif etmektedir? Demokrat Parti adı üstünde, "demokrasi"den yanadır. Hürriyetçidir. Millet iradesini üstün tutmaktadır. Millet ne derse, ona tâbi olmaya ahdetmiştir. Meselâ, dinsizce icraatların görüldüğü tek parti devrinin partisi CHP gibi, milleti zorla bir yöne sevketme niyeti yoktur. Onun gibi, millet istemese de, jandarma zoruyla, dipcikle, hapisle, akıl almaz vahşiliklerle kalplerin reddettiği icraatı kabul ettirme düşüncesi yoktur. Bilakis, "Halk benimsememişse, jandarma zoruna dayanacaksa, o inkılâbları değiştirmek, demokratik idarenin baştan gelen vazifesi olmak icap eder" demektedir.

Gariptir, bu sözleri söyleyen bir başbakana mukabil, toplumdan ezanın aslına tevdii gibi belli şeâir-i İslâmiye hariç, net ve yoğun bir "inkılab" sorgulaması çıkmamıştır. Meselâ, laikliği ve milliyetçiliği netlikle sorgulayan; ya da Kur'ân yazısına olan iştiyakı sergileyen umumî bir tablo ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla başbakanı bu sözleri söyleyen bir hükümeti mutlak bir dinî tablo sunmadığı için iğnelemeden önce, çuvaldızı toplum hanesinde kullanmak gerekmektedir.

Kaldı ki, Demokratlık toplumun önünde değil, arkasında olmayı tercih eder. Bir toplumu istemediği halde dinsizleştirme tavrı da; zorla İslâmlaştırma tavrı da, bu anlayışın özünde yoktur.

Bediüzzaman, din lehine kimi icraatları Demokratlık ve hürriyetçilik ve millî iradenin üstünlüğü diye özetlenen "mesleği itibarıyla" kabul ve tatbik eden Demokratlar için, işte "bu cihetten biz Demokratları iktidar yerinde muhafazaya Kur'ân menfaatına kendimizi mecbur biliyonız demektedir.

Yani, bu açıdan bakılırsa, Demokratların iktidarı için yardımcı olmak, neticede"Kur'ân menfaatına"dır; dinin lehinedir. Neticesi "dine hizmet"e varmaktadır. Fakat, yanlıs anlaşılmasın; Bediüzzaman onları "hayr-ı mahz" olarak görüyor değildir. Bilâkis, tercihini "ehvenü'ş-ser" ölçüsüyle yapmaktadır. Demokratlan siyaseti dinsizliğe âlet eden bir yapılanmaya karşı, din mesleği itibarıyla hürmetkâr olan ama esasen"dindar" diye tanımlamadığı bir yapılanma olarak görmektedir. Onların da menfi yönleri vardır, zaten "ehvenü'ş-şer"dir. Ama "a'azamü'şerrin olduğu bir vasıtta ehveni şerri ihtiyar mümin'in boynuna borçtur. Bediüzzaman, buna "Kendimizi mecbur biliyoruz" der. Bu hüküm, son derece nettir. Demokratlara yardımcı olmak, destek olmak; bu yolda her ne faaliyet lâzımsa onu yapmak, bu mecburiyetin ifasından başka birşey değildir. Bunlar yapılabilir, yapılmalıdır da... Aksi takdirde, hâkim olan, din aleyhtarı güçler olacaktır; istibdad taraftarları olacaktır; hürriyet düşmanları olacaktır.

Tekrar ifade edersek, dinsizliğe mesleğince muarız ve ona âlet olmayan bu harekete, Bediüzzaman, "Kur'ân, vatan ve İslâmiyet hesabı"na yardımcı olmuştur; onun iktidarı için çalışmıştır. Buna çalışmayı bir "mecburiyet" ve bir "vazife" addetmiştir.Ve bu çalışmayı, "siyaset" diye adlandırmak mümkün değildir. Çünkü, hedef bizatihî iktidar olmak değildir; ama iktidarda olanı dine hizmete yöneltmektir. Yani, maksat bizatihî "devleti yönetme" değil, "dine hizmet"tir.

O günden günümüze

Emirdağ Lâhikası'nda, 50'ler Türkiye'sini tahlil ederken, "Bu vatanda şimdilik dört parti var" der Bediüzzaman, "Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâmdır." Ardından, siyaset sahnesinde "bilkuvve" var olup da bilfiil bulunmayan "İttihad-ı İslâm" Partisi için, "yüzde altmışyetmiş tam mütedeyyin olmak şartıyla" kaydını koyar. Şu şartlarda "dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lazımdır"72 der.

Geri kalan üç siyasî hareketten CHP, tek parti devrinin hâkim unsurudur. 27 yıl boyunca, devleti kendi ideolojisine âlet etmiştir. Her türlü imkânı, din aleyhine kullanmaktan geri kalmamıştır. Demokratlar ise, CHP'ye hâkim olan ve dinsizliği hedefleyen iki akımın da karşısındadır.

Bazı safdil dindarlar ile Türkçülerin kurduğu Millet Partisini tahlil ederken, Bediüzzaman, o parti mensuplarının "millet"ten anladığı "esas olan "İslâmiyet milliyeti" ise,"o Demokratın mânâsındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecburdur"73 der. Yok eğer dinden arınmış bir milliyet fikri ise, ırk asıl alınıyorsa, bunun "İslâmiyet aleyhine" sonuçlar vereceğini belirtir. Zira, ırkı esas alan biri için, ölçü hak değildir; kendi milliyetinden olmayan birini, haklı da olsa haksız görebilir. Başka milletten tek bir kişinin hatasını, aynı adaletten sapmış tavırla, o milletin sair mensuplarına yöneltebilir.

Bediüzzaman, bu noktada, Halk Partisi ile Millet Partisinin ortaklaştığı bir noktayı tesbit eder: nefisleri tatmin. Biri, memura bir hâkimiyet vermiş; her bir devlet memurunu millet karşısında âdeta kral durumuna getirmiştir. Nefislerin pek sevdiği bu hal dolavısıyla sivil ve askerî bürokrasi, CHP'nin yanındadır. Diğeri de, kendi milliyetini daha üstün göstermek nefislerini gururunu kabartmaktır. Bedüzzaman bu noktayı tahlil ile, iki partinin Demokratlara muhalefette ortaklaşacağını hisseder ve şu tesbite ulaşır:

"Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlup etmeye bir ihtimal-i kavi hissettim. Ve İslâmiyet namına telâş ediyorum."74

Nitekim, 1960'ta bir ihtilâl vuku bulur. Maamafıh., Demokrat çizgi, başka bir parti ismi altında varlığını sürdürür. Yine milletin isteği üzere, din lehinde çalışmaya devam eder. Zira, Demokratlara göre "Siyaset din ve vicdan hürriyetini savunursa, din siyasete âlet edilmiş olmaz. Siyasetin görevi odur. Başka hakların kullanılmasına yaptığı gibi, siyaset dine hizmet edecek. Bunda yadırganacak birşey yok."75 Yine onlara göre, "gerçekleştirilmiş olan bütün inkılâplar devlet baskısı ve kanun gücü ile yaşatılmaya çalışılmış"tır; ama onlar "halkın desteği" olmayan yerde, "devlet baskısı"na başvurmazlar Zira hürriyetçidirler. Demokrattırlar. Millet iradesinden yanadırlar.

Maamafıh, işte bu yüzden, Demokrat hareket iki yeni ihtilâle de maruz kalacaktır. Bu arada, "din namına" ortaya çıkıp da, işi kendine oy vermeyenleri dinin dışında saymaya vardıran; "dini siyasete âlete mecbur" kalan bir partinin hücumlarına muhatap olacaktır. Demokrat harekete hücum eden, ona karşı üç ihtilal düzenleyen zihniyetin, bu partiyle dost olması; ona karşı hiç yaygara çıkarmaması manidardır.

Ve bugün, zahirde 50'lere nisbeten siyasî tablo hayli karışmış görünüyor. Ama sadece görünürde. Zira, Bediüzzaman'ın sunduğu ve buraya kadar ortaya koyduğumuz ölçülere bakarsak:

Mevcut partilerden ikisi, Halk Partisi zihniyetinin devamıdır. Bir Parti, "dini siyasete âlet"e sebebiyet veren bir partinin devamıdır. Bir grup parti, "Millet Partisi" mantığını, nüanslarıyla yaşatmaktadır. Ve diğer iki parti, Demokrat çizginin devamı gibi görülmektedir.

Yani, elli yıllık çok partili süreç içinde, ihtilâllerin de tazyikiyle birtakım nüanslar ortaya çıkmakla birlikte, ana çatı, zannımızca aynı durmaktadır. İslâmiyet ve Kur'ân aleyhine iş gören üç ayrı tehlikeli cereyan hâlâ berdevamdır. Dört ana siyasî oluşum da hâlâ devam etmektedir.Ne var ki, mevcut bazı siyasî dalgalanmalar eşliğinde, Risale-i Nur'daki tavır alışı "pragmatik," "konjonktürel" ya da "artık yetersiz kalan" bir tavır alış olarak gören anlayışlar da söz konusudur. Meselâ, "dini siyasete âlet" tavrıyla âlûde ve esasen Millet Partisi eksenine oturan bir parti, kimilerince "kitle partisi" ölçüsü gibi Risâle-i Nur'dan alınmamış ölçülere uyarlanarak, kimilerince "yüzde altmış-yetmişin artık mütedeyyin olduğu" gerekçesiyle tercih edilebilmektedir.

Bir kez daha belirtelim, T.C. devleti hâlâ daha Kemalizmin hâkimiyetindedir. Rejim, hâlâ Kemalist dinamiklere dayanmaktadır. Kemalizmin partisi olan CHP'nin ise şimdi iki ayrı partide vücut bulduğu görülmektedir. Dinsizlik, ifsad ve Batılılaşma cereyanlarını faaliyetini sürdürmektedir. Toplum, "yüzde altmış-yetmişi mütedeyyin" tanımından hayli uzaktır.

Bu tablo içinde, "dindarlık" vurgusuyla ortaya çıkan bir parti hem dini siyasete âletin amacı olmakta; hem de siyaseti.dinsizliğe âlet olanlar karşısında bir cephe bölünmesine yol açmaktadır. Dinin bir partinin inhisarında görünmesine yol açacak bir teşekküle ise, Risale-i Nur ölçüleri içinde dahil ve destek olunamaz. Nüansları olsa bile, CHP mirasının partilerine de-sonuçta, aynı kritik konularda benzer tepkiler vermektedirler-destek olunamaz; bilakis karşılarında olmak gereği vardır. Milliyetçiliği öne çıkaran partilere de-ki, milliyetçilik, Kur'ân'ın adalet ölçülerine zıt düşen ve de CHP'nin okları arasında yer alan bir anlayıştır-destek olunamaz. Herşeye rağmen, geriye, Demokrat Parti mirasını temsil ettiği söylenen partiler kalmaktadır.

Bu partiler içinde ise, birisi,12 Eylül Kemalist ihtilâliyle kan bağı taşımaktadır. 80'lerin Kemalizmi restorasyon politikasının uygutayıcısı olmuş; öte yanda vahşî kapitalizme ve dünyevîleşmeye varan bir"iktisadî liberalizm"e karşılık, siyasî yasaklara arka çıkan "siyasî despotluk"lar sergileyebilmiştir. Bu tablo, söz konusu partiyi Demekrat Partinin devamı olma hususunda şaibeli bir konuma getirmektedir.

Diğer partinin son dönemlerdeki sicilini de pek parlak olmadığı söylenebilir. Karşı-ağırlık olarak geliştiği CHP zihniyetiyle ortaklık yahut 12 Eylül partisinin politikalarına yatkın politikalar, bir kenarda tutulması gereken hususlardır.

Nitekim, "kayıtsız-şartsız" destek anlayışıyla konuya bakmanın Risale-i Nur çizgisine dahil olmadığı söylenebilir. En başta,Bediüzzaman'ın ilk oyunu Demokrat Parti iktidarı akabinde, 1954'te kullandığı belirtilmektedir. Her seçim zamanı, yeni baştan değerlendirme zamanı da demektir.

Ve bu satırların yazarına göre, son dönemde sergilediği kimi olumsuzluklara mukabil, sözkonusu parti hâlâ daha "ehvenü'şser" kalmaktadır. (Bediüzzaman'ın oy verdiği DP'nin basında, dine karşı tavrının bilinen, Kemalist Celal Bayar'ın bulunduğu, yine aynı partinin Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun ve Anıtkabir'in mimarı olduğu; ama bunun Said Nursî'nin genel tavrını değiştirmesine yol açmadığı unutulmamalıdır.Bu husus, daha detaylı bir araştırmayla açıklanabilir.)

Siyaset, imanı yaşamanın dışında değildir

Bediüzzaman Said Nursî'nin "siyaset"e dair lâhikaları, bu daireye de imânî bir nazarla bakmanın metodunu verir. Mesela, Bediüzzaman, siyasî tavrını hikmet ölçüleri içinde alırken; "siyaset hesabına" adalet ölçülerinden taviz vermez. Kırşehir'in ilçe yapılması gibi haksız icraatlar karşısında,"Kur'ân menfaatına" lehinde tavır aldığı Demokratları ikazdan geri kalmaz. Onlara "Birisinin hatasıyla başkası mes'ul olmaz...',âyetini hatırlatır. Bu örnekte görüldüğü gibi, ne tercih edilen siyasî hareketin haksız fıilini savunur, ne de bir diğerinin hakkını görmezden gelir? Parti tercihi vardır; ama bu tercihte iktidar, hesabı yoktur. Parti tercihi vardır; ama bu tercihte "ifrat" ve "taassup" yoktur.

Zira, Bediüzzaman, hayatının her anında ve her hal ve sartta Kur'ân'ı rehber edinmiş bir mü'mindir. Onun için dünya parça parça değildir. Yer ayrı, gök ayrı; ev ayrı, sokak ayrı; cemiyet hayatı ayrı, siyaset sahnesi ayrı değildir. Her bir daireye imanî nazarla bakar; ona göre tavır alır.

Bu, her mü'minin ölçüsü olmalıdır. Mü'min, hakkıyla kuldur. Hayatının her anında kulluğunu yaşama durumundadır. Göğe bakarken de, yemek yerken de, oy atarken de... Bu açıdan, siyaset dairesini imanı yaşamanın dışındaymış gibi gören"imanî-siyasî" ayrımını kabul, bir mü'min için mümkün değildir. Mü'minin "siyasî" tavrı da imânidir. Siyasî tavrı, "imanî" tavrının zıddı değil, aynıdır. Her mü'min, siyasete dair tavrını da hikmet ve adalet ölçüleri içinde, imanıyla belirleme durumundadır.

Meyve Risâlesi'nin "Dördüncü Meselesi" bunun ölçüsünü verir:

"Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve tehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var."

Bu cümleden, "vatan ve memleket dairesi" ile yahut "yeryüzü ve dünya dairesi" ile ilgililenmenin reddedildiği kanaatine ulaşmak mümkün değildir. Bilâkis, "Her bir adam, vatanıyla, milletle, hükümetle âlâkadardır." Bu fıtrî bir haldir. Siyaset dairesi ile meşgul olmak da icap eder. Zira "her bir dairede, her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir..." Bu vazifeyi ifa, gereklidir. Bu vazife ile meşgul olmak; siyaset dairesine dair vazifeleri yerine getirmek, kaçınılacak bir hal değildir; aksine yapılması gereken bir fıildir. Yalnız, bu, şu ölçü ihmal edilmeden yapılmalıdır: "Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir."

Bediüzzaman, bu iç içe dairelerin birini birine tercih etmez. Her birinin yeri ayrıdır. Her birinde ifası gereken vazifeler vardır. Ancak, meselâ "küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bırakıp,"siz "en geniş olan" siyaset dairesi ile meşgul olunamaz. Yani, "küçük ve lüzumlu ve ehemmiyetli hizmetine devam" ile beraber, gerektiği takdirde ve asıl vazifesine halel vermeme şartıyla siyaset dairesi ile meşgul olunabilir!

Kastamonu Lâhikası'nda, bu hususa şöyle açıklık getirir Bediüzzaman:

"Evet; her bir adam, vatanıyla, milletle, hükûmetle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanı ve hükümetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tâbi etmek, belki aynını telâkki etmek çok yanlış olmakla beraber, o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye hâkeza.. çok dairelerden hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi, belki yüzdür. Bu ciddî ve lüzumlu bu kadar alâkaların zararına olarak, o bir tek lüzumsuz ve ona göre mâlâyani olan siyaset cereyanlarına feda etmek divanelik değil de nedir?"

Dikkat edilirse, burada "Siyaset cereyanları ile alâkadar olmak divaneliktir" gibi bir mânâ yoktur. Siyasî olaylarla ilgilenmeyi reddeden bir hüküm yoktur. Bilâkis, siyaset dairesi, insanın alâkadar olduğu bir daire sayılmaktadır. Tenkit konusu husus, siyasî olaylarla ilgilenmek değildir. Bu olaylarla,"diğer alâkaların zararına olarak" ilgilenmektir.Yoksa, bu daireler arasında denge temin edilip, siyaset dairesiyle de ilgilenilir. İlgilenmek de gerekir. Nitekim, Bediüzzaman, hayatıyla bunun ölçüsünü vermiştir. Bediüzzaman siyaset dairesine bakmamış değildir; ama imanî bir nazarla bakmıştır. Diğer dairelerin "zararına olarak" değil. Siyasî cereyanlarla ilgilenmiştir; "Kur'ân menfaatine" ilgilenmiştir. Oy vermeyi reddetmiş değildir; bilakis Emirdağ DP ilçe teşkilatını talebeleri kurmuştur. Bir siyasî parti lehine çalışmayı reddetmiş değildir; bilakis "O iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz" demiştir. Ama "Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkınde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle bir tarafa tâbi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinad olur-fakat siyaset hesabına değil" kaydını unutmadan...

Gaflet ehlinin "rahmet-i umumiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i tâmme-i Sübhaniyeden" habersiz olduğunu söyler Bediüzzaman. Gaflet ehli, Allah'ın herşeyi kuşatan rahmetinden, mutlak hikmetinden bîhaberdir. O yüzden, "afâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hadisatına" karışarak ruhlarını sersem, akıllarını geveze etmişler" der. Burada, ruhları sersem ve akılları geveze eden, dış dünyadaki olaylar değildir. Onlara bakan kişinin, rahmet ve hikmet nazarıyla onlara bakamayışıdır.

Çünkü, aynı hadiselere "hakikî ehl-i iman," "Risale-i Nur'dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle" bakarlar. "Herşeyde rahmet-i llâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, herşeyde kemâl-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden," aynı duruma maruz kalmayacaklardır. Bilâkis, o dairede de, hikmet, adalet, rahmet tecellîlerini göreceklerdir.

Netice

Bediüzzaman Said Nursî, "siyaset"i "iktidar"a, "devlet idaresi"ne, "hükûmet"e dair fiiller bütününü ifade için kullanır. Lügatlerin siyaset tarifi de odur. O yüzden, Bediüzzaman'ın siyasete dair tesbitlerine bu açıdan bakmak gerekir. Meselâ, "Siyasetin ve şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım sözüne...

Nitekim, Bediüzzaman iktidarı hedefleyen bir hareketten daima kaçınmıştır. Hiçbir zaman "dini siyasete âlet" etmemiştir. Ama "siyaseti dinsizliğe âlet" edenlere karşı,"siyaseti dine âlet" etmeye çalışmıştır. Ki bu, "siyaset" değildir. Çünkü, muharriki "siyaset" değildir. Hareket noktası "hizmet-i dinidir. Bu yolla, meselâ dinsizliğe karşı dine hizmetkâr olabilecek bir partiye "yardımcı" olmak; onu desteklemek, onu kazanması için çalışmak, onun lehine yayın yapmak, şahsı namına onun mensubu olmak, Risale-i Nur ölçüleri içinde yeri olan fıillerdir. Bunlar, tekrar belirtelim, "siyaset" olarak isimlendirilemez. Çünkü bunlarda, doğrudan veya dolaylı biçimde iktidar olma hedefi yoktur.

Mü'min insan, hayatının her anını imanıyla yaşar. Her daireye olduğu gibi, siyaset dairesine de imanıyla bakar. Bu açıdan, siyaset âdeta imanı yaşamanın dışında imiş gibi,"imanî-siyasî" ayrımını yapmak mümkün değildir. Mü'min, siyasî tavrını da imanî ölçüler içinde, hikmet dairesinde belirleme durumundadır.

Bediüzzaman'ın tezatsız, pürüzsüz, hep imana adanmış 87 yıllık hayatı, işte bunu nasıl olacağını gösteriyor. Bediüzzaman, bu noktada da bize ışık tutuyor, yol gösteriyor.

Not: Bediüzzaman'ın bütünüyle Risale'ye yayılan ve hususan "Lahikalarda ifadesini bulan siyaset yorumunu, uzun da olsa bir makale içinde özetlemek bir hayli zor. " Siyaset'in şevkat adalet gibi fıtri ve semavi ölçüler muvacehesinde tahlili, hususundan İçtihad Risalesi temelinde Asr-ı Saadet ile bugün mukayesesi gibi bir dizi önemli husus, mukalede çalışılmamamıştır. Bu yıl tamamlamayı umduğumuz "İki Devir, Bir İnsan; Eski Said " başlıklı kitabımızda, konuyu bu eksende yeniden çalışmak istiyoruz. Tevfik Allah'tan...


Metin Karabaşoğlu, Köprü, Sayfa: 3, Bahar 1995

  31.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut