Penceredeki Saksı

Oktay Gökkoca

BİR SÜRE önce çalıştığım kurumun düzenlediği, emniyet yönetim sistemi konulu bir kurstaydım. Buradaki emniyet, asayiş anlamında değil iş sağlığı ve güvenliğine yönelik bir kavram.

Kursun bir bölümünde tehlike tanımı, risk değerlendirmesi, tehlikenin muhtemel sonuçları konusu işleniyor. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için hazırlanmış bilgisayar destekli sunumun bir yerinde, perdeye bir görüntü yansıyor.

Görüntüde yan yana iki resim var. Her ikisinde de evinin açık penceresinde görünen, ‘eyvah eyvah’ dercesine resmedilmiş yaşlı bir teyze bulunuyor. Her ikisinde de pencerenin önünde duran iki saksıyla birlikte yaşlı teyzenin çarpmasıyla aşağı düşen üçüncü bir saksı görülüyor.

Ancak bu iki resim arasında önemli bir fark var. Birincisinde yaşlı teyzenin evi zemin kat olarak, diğerinde ise ikinci kat olarak resmedilmiş. Dolayısıyla aşağı düşen saksı birincisinde zemin kattan, ikincisinde ise ikinci kattan düşüyor. İki resmin arasındaki boşluğa ise şöyle yazılmış: İşletme hatalarının sebepleri ve sonuçları, hataların büyüklüğü ile doğru orantılı değildir.

İki resmin arasındaki bu cümle anlatılmak isteneni tam olarak ifade edemese de, işin esasını kavrıyoruz. Her ne kadar iki durumda da aynı teyzenin penceresinden aynı saksı düşüyorsa da, düştükleri yüksekliğin farklı olması nedeniyle aşağıda meydana getirecekleri tahribatın aynı şiddette olmayacağını anlıyoruz.

Kursta, bu iki resim eşliğinde anlatılmak istenen şeye muttali olduğumda, aklıma Bediüzzaman’ın haşir risalesindeki şu kıyas cümlesi gelmişti:

‘….Hakiki adâlet ister ki, şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinâyetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücâzât görsün. ‘

Şimdilerde yine aynı resimle, Bediüzzaman’ın aynı cümlesi geliyor aklıma. Varlık mertebelerinin en üstünde eşref-i mahlûkat olarak yaratılmış, bununla da kalmayıp iman ve İslam nimetiyle şereflenmiş mü’minlerin, bugünlerde kalemlerinden ve dillerinden dökülenlerin neticelerini düşünüyorum. Anlattığım iki resimdeki ikinci resmi gözümün önüne getiriyorum. Mü’minin değil ikinci kattan, varlık nimetinin en üst katındaki evinin penceresinden attığı kem sözlerin kalblerde meydana getirdiği/getireceği tahribatın büyüklüğünü hayal ediyor ve ürküyorum.

Eskiden, yazan kalemlerinden, söyleyen dillerinden, uhuvvet, şefkat ve hoşgörü fışkıran koca koca adamlardan bazılarının, şu son günlerde yazıp söyledikleri öyle şeyler var ki, yenilir yutulur, îzah ya da te’vil edilebilir şeyler değil. Bunları duydukça, okudukça, bir mü’min olarak hayretler içerisinde kalmak bir yana, sanki kalbim yerinden sökülüyor, ciğerim parçalanıyor. Keşke diyorum, keşke bunları hiç duymasaydım, hiç okumasaydım. Bu nasıl bir musibettir, bu nasıl bir sınanmadır?

Ve bir çağrı da ben yapıyorum. Herkese, hepimize.

Ey Allah’ı bir, peygamberi bir, dini bir, kıblesi bir, devleti bir, memleketi bir kardeşlerim!

Ne olur, Allah için, O’nun resulü için, din-i İslam için, hakikat için, uhuvvet için, ittihad için, mü’mine asla yakışmayan şu ortalıklara saçılan lânetli, beddualı, aşağılayıcı ve yaralayıcı kem sözlerin gölgesinden sıyrılıp, enâniyetten arınmış kavl-i leyyin mesleğine, muhabbet diline, uhuvvet diline geri dönelim. Ne olur!

  25.12.2013

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut