Oku! Ama nasıl?

Nuriye Çakmak

Ya Rabbi, Kur’an’ı ömrümüzün baharı eyle.


BİÇİMCİLİK AKIMININ türlü vesilelerle yeniden yeniye sıkça karşımıza çıktığı garip zamanlardayız. Sekülerizmin en güçlü silahlarından biri bu. Kişi başına düşen biçim miktarından insanlığı kurtaran ve yüce bir tekliğin sınırsız çokluğunda nefes aldıran ve özün her daim en kıymetli olduğu dinimize kaçmak istiyoruz haliyle. Mantıklar adedince, âdetler, kavimler adedince değişmeye mahkûm ve onaysız, direksiz ‘şekiller’ kuşatmasından kurtulmak için.

Ama ne yazık ki, insanoğlu şekilciliğin kollarından kendilerini kurtaracak yegâne kurtarıcılarını da şekilcilik kalıplarına hapsetme meyli gösteriyor. Bu tarihte de böyle olmuş. Fıtratlarında var olan inanç duygusunu yoklukla bastırmayı beceremediklerinden bunu şekillerle ilan etme yoluna gitmiş bir kısmı. Söz gelimi inanmaya olan inancını güneşe tapmakla gidermeye kalktığında dahi gökteki güneş kendine yetmemiş. Onunla da arasına aracılar koyma veya gökteki güneşi çeşitli şekillerde yere indirme ihtiyacı hissetmiş kimi insanlar. Güneş tasvirleri, güneşle ilgili fantastik şekiller, heykeller, putlar. Bunlar güneşe olan inancı pekiştiren şeylerdi belki. Kendisini göremediğinde dahi ayrılmak istemediğinden veya hep tekelinde kalsın istediğinden. Ya da birileri ne kadar da dinine bağlı olduğunu düşünsün istediğinden..

Aynı psikolojiye sahip ehl-i dinin de tepkileri buna benzer olsa gerek. Hz. Musa rabbinin emriyle, kutsal bir görev üzere kavminden ayrıldığında, ilk işleri değerli eşyalarından eriterek elde ettikleri bir put yapmak olmuş ve bu durumu şöyle açıklamışlardır, ‘Bu aslında Musa’nın görüşmeye gittiği rabbidir.’ Gayba iman etmek kendilerine ağır geliyordur belki veya bir insanoğluna teslim olmak. Veya kendilerine gelen dini yeterli bulmuyorlardır, yeni kurallar koyasıları vardır. Asr-ı saadette dahi neredeyse Efendimizi beğenmeyecek, kendilerine tavsiye edileni azımsayacak insanlar çıkmamış mıdır?

İleriki zamanlarda özellikle İslam dini içinde zuhur eden şekilciliğin de temelinde bu düşünceler yatabilir. Kişilerin tembelliklerinden ve bilgisizliklerinden istifade ile kendine dini lider rantı biçmek isteyenlerin “Ben daha iyi biliyorum, hatta en iyisini biliyorum, öyle değil böyle olmalı, o kadar değil bu kadar olmalı, o şekil değil bu şekil olmalı” nutuklarıyla kendileri hakkında en iyi Müslüman yaftası oluşturma hırslarına kurban gidip yeni ritüeller ekleme hatasına düştüklerinden bile söz edilebilir.

Oysa dinimizin en birinci kaynağı olan Kur’an şekilcilikten ne kadar uzaktır. Tesis ettiği mükemmel yaşam tarzının içini dolduran, dünya ahiret tüm ihtiyaçlara cevap verdiği halde bir kurallar manzumesi şeklinde insanı sıkmayan bir mucizedir. Özdür, özün özüdür hatta. Ama eksiksizdir. Kim aradığını bulamamıştır onda, hangi sorusu cevapsız kalmıştır? Kimin bir ihtiyacı açıkta kalmıştır. Ve fakat kim tilaveti sonsuz zevk olan bu kutsal kitabı okurken bir kanun kitabı okuduğu hissine kapılır?

Aslında ilk kelimesi bile bir emirdir bu kitabın. Ancak kilit nokta şudur ki, bu emir şekilcilikle bağlanmamıştır. Okumadan önce yapılması gerekenler, okumayla ilgili emirler, okunduktan sonrasına ilişkin kurallar sıralanmamıştır sözgelimi. Efendimiz Hira dağından koşar ayak inerek okuma yazma öğrenme çabasına girmemiştir mesela. Hangisini yerine getirse bilemeyeceği birçok kural düşmemiştir avucuna. Yüklerin en ağırı, görevlerin en büyüğüdür kendisine emredilen. Ancak kâinatın özü, kulluğun özü tek emre sığmış, genel şekilde çerçeve çizilmiş, örnek gösterilmiş ve şekilcilikten son derece uzak şekilde, ayrıntılar yaşayan Kur’an’ın kendisine bırakılmıştır.

Aynı emir gereği kainat kitabıyla birlikte hayat kitabınızı okumak istersiniz siz de rehberinizin izinden gidip. Kâinat kitabını okumaya ilişkin hiçbir formalite sunulmaz size. Bu kimsenin alanına girmez, ilgi uyandırmaz, kimse karışmaz. Oysa Allah’ın adıyla okumaktan kast edilen şey bizatihi yaradılış hakikatidir, kainat kitabıdır. Fakat ne zaman ki Kur’an kitabını elinize alırsınız, birden kurallar yığını altında kalırsınız.

Dünya ve ahiret hayatı boyunca en önemli yoldaşı olacak olan ve olması gereken kitapla bir çocuğun genel durumda ilk tanışmasını düşünün. Abdestin tam mı, kıyafetin uygun mu, oturuş şeklin ne durumda, kitabı hangi yükseklikte tutuyorsun, harfleri ağzının hangi bölgesinden çıkarıyorsun veya çıkaramıyorsun. En önemlisi en sonuncusu olmakla birlikte bunların genelde uyarı, kızmak, azarlamak, hatta tokat atmak, arkadaşlarının içinde küçük düşürmek, kulağını çekmek gibi karşılıkları olduğundan da söz edilebilir.

Hakkında henüz yeterince bilgi sahibi olamadığı bir kitap bu. Bunu neden, nasıl yani hangi manayla okuması gerektiği kendisine açıklanan kaç tane şanslı çocuk var bilmiyorum. Ama hayatı yaz kurslarında geçen binlerce çocuk olduğu kesin. Büyükler şu konuda haklı, evet bu Allah’ın kelamı. Ancak asıl dikkat edilmesi gereken şey, bunun ne demek olduğu ona nasıl anlatılmalı ve çocuk bundan ne anlamalı sorularının cevapları olmalı.

“Neden onu okumayı öğrenmek için böyle zorlanıyorum? Onu okumam gerektiğinde hayatımın akışının dışına çıkmam gerekiyor. Yeri geliyor azarlanıyorum. Her hareketimi kontrol altında tutmak zorunda mıyım bu kitapla muhatapken? Onlarca kişi tarafından takip ediliyorum.. Peki, nasıl kalbimin içine alabilirim onu, nasıl keşfedebilirim benimle olan bağını? Bel altında taşımamak mıdır ona vereceğim değer. Her elime aldığımda acaba yerine getirdim mi diye düşüneceğim onlarca kural varken! Ya kuralları yerine getiremezsem, ya o mahreçler dilimin bir diğer tarafından çıkarsa! Ya tek bir harfini yanlış okursam, anlamını bozmuş olurum, çok günah..”

“Bu kitabın yüceliğini sadece onu okuyabilmek için yapmam gerekenlerin çokluğundan mı anlamak zorundayım? Benimle O’nun arasında hep hatalarımı gösterecek biri mi olacak? Aklıma bir soru gelince, bir şeyler öğrenmek için, canım sıkkınken, okumak hoşuma gittiği için okuyamaz mıyım? Bana söylenen şeyin nasıl söylendiğini öğreneceğim, söylenen şeyin ne olduğunu nasıl öğreneceğim? Acaba bu şartlarda onu gerçekten sevebilecek miyim..”

Kaç çocuğun zihninden geçiyordur böyle düşünceler acaba? Kur’an kursunda yaşadıklarını unutamadığı için yıllarca İslam’dan uzak kalan birçok kişi biliyorum. Camide yaşadıklarından dolayı, cenazesi gelene kadar bir daha oraya uğramayanları. ‘Nefislerine uyuyorlar, bunları bahane ediyorlar’ diyenler var. Diyorlar ki, biz de yaşadık hepsini ama devam ettik gelmeye. Yani başaran gelsin..

O insanları kaçırdıklarına, kaybettiklerine üzülmedikleri için veya kendileri başardığı için bir sorun hissetmiyorlar. Ki hiçbir şeyi değiştirme gereği duymuyorlar. Öyle eminler ki haklı olduklarından. Rasululah’ın hiçbir çocuğu değil dövmek, hele ibadet niyetiyle çaba sarf ederken tekdir etmediğini sadece siyer derslerinde hatırlıyorlar. Sonra unutuyorlar.

Keşke Kur’an’ı hayatının ayrılmaz bir parçası gibi görme mutluluğuna erişebilse tüm çocuklar. Bu benim kitabım diyebilse. Özel bir bağ kursa. Annesi veya babasıyla her gün bir parça okusa da, her Eylül unuttuğu yerden her Haziran yeniden başlamasa. Bunu bir zorunluluk veya ödev olarak değil de mutlu bir an olarak düşlese. Karşılığında ödüllendirildiği, teşvik edildiği, ailesiyle paylaştığı güzel bir çaba olsa Kur’an serüveni. Çok sevdiği hocaları olsa, ilmini onun başına kakan değil de, ilmi sayesinde talipleri baş tacı edenlerinden. İhlâsla okusa, huşu ile tilavet etse, harfleri çıkaramamaktan değil de, hatmettiği kitabın içindeki derin manayı anlayamamaktan da korksa. Sevse, çok sevse.

Okuyun güzel çocuklar, canlı Kur’an nasıl okuduysa tam da öyle!

Ya Rabbi, Kur’an’ı ömrümüzün baharı eyle.

  23.12.2013

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut