'Kavl-i leyyin' yalnızca yumuşak söz müdür?

Oktay Gökkoca

Allah, peygamberlerini azmış haldeki firavuna gönderirken bile kavl-i leyyin’i, yani benim anladığım şekliyle enâniyetli olmayan yumuşak sözü emrediyorken, mü’minlerin birbirlerine, İslâm düşmanlarına karşı kullanmadıkları enâniyetli sert söz ve tavırlarla saldırmaları, aklın, vicdanın, insâfın kabul edebileceği bir durum değil.


KIYMETLİ BİR abimin bir yazısından aldığım dersten sonra, üzerine söz söyleyeceğim kelimeleri ve kavramları kullanırken her ne kadar anlamlarını bildiğimi sansam da yine de lügate bakmayı kendime alışkanlık haline getirmeye çalışıyorum. Bu sitede yayınlanan Mûsâlar Hârun İster başlıklı yazımı yazarken de aynı hassasiyeti göstermeye gayret ettim. Yazıda, düşüncelerimi üzerinde şekillendireceğim kavramlardan biri ‘kavl-i leyyin’di. Kavl-i leyyin kavramı için hiç lügate bakmamıştım o zamana kadar. Çünkü hem bu terkibin Kur’ânî bir kavram olması hem de benim çoklukla bir Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur’dan besleniyor olmam, bu kavramın karşılığını “yumuşak söz” olarak bilmem için yetiyordu. Bunlarla birlikte bu kavramı, birçok yazının ve birçok sohbetin içeriğinde okumuş ve duymuş ve bire bir aynı manayı teyid eden karşılıklar görmüştüm.

Ama aldığım ders yine de lügate bakmam gerektiğini söylüyordu. Lügati açıp kavl-i leyyin’in karşılığına baktığımda önce yine “yumuşak söz”le, ardından bunu pekiştiren “sert olmayan söz”le karşılaştım. Buraya kadarkiler bildiklerimdi zaten. Ama devamında üçüncü bir karşılık vardı ki kavl-i leyyin için, daha önce hiç duymamıştım. ‘Enâniyetli olmayan söz’. ‘Söz’ tamamdı da ‘enâniyetli olmayan’ın ne ilgisi var diye düşünmüştüm.

Biliyordum ki kavl-i leyyin bir üslûptu. Allah, Hz. Mûsa ve kardeşi Hz. Hârun’a, iyice azmış olan firavuna gitmelerini emrederken bir üslûp hatırlatması da yapmıştı. ‘Fe kûlâ lehu kavlen leyyinen’. ‘Ona yumuşak söz söyleyin’. Yumuşak sözle hakikat kendisine tebliğ edilirken umulan, firavunun “öğüt alması” veya “korkması” idi. Burada sanırım bir celâl ve cemâl dengesi kuruluyordu. Söylenen sözün içeriği ve esasıyla (celâl) firavunun korkması hedeflenirken, sözün üslûbuyla, yani yumuşaklığıyla (cemâl) ise düşünmesi, öğüt alması isteniyordu.

Evet, ‘yumuşak söz/sert olmayan söz’ söylemek üslûba dair bir durumdu doğru. Ama lügatteki ‘enâniyetli olmayan söz’ ibâresi kavl-i leyyin’in tek başına üslûb meselesi olmadığını, bunun ötesinde bir şey olduğunu söylüyordu bana.

Benim buradan anladığım şuydu. Aklın, kalbin ve vicdanın hemen kabul edebileceği katışıksız bir hakikati dahi tebliğ ediyor olsak celâlli, sert bir üslûp, ister istemez karşımızdakinin nefsine/damarına dokunuyor. Hatta bunun da öncesinde sert üslûp (söz), farkında olalım ya da olmayalım bir miktar öfkeyi de yanına alıp öncelikle kendi nefsimizin işin içine karışmasına neden oluyor.

Öfkenin olduğu yerde nefsin veya çeşitli asabiyetlerin hissesi olmadığını iddia etmek çok zor. İçine öfkemizin de karışması nedeniyle hakikatin karşımızdakine perdesiz ulaştırılmasına nefislerimiz/asabiyetlerimiz mâni oluyor. Hakikate ayna olmak gerekirken nefislerimizle perde oluyoruz. Dolayısıyla sert söz veya üslûp, içinde enâniyet riskini de barındırıyor. Böyle olunca sert sözün karşıtı olan kavl-i leyyin, “yumuşak söz” manasına gelmekle birlikte, onu, enâniyetli olmayan yumuşak söz diye tamamlamak gerekiyor. Çünkü yalnızca sözü yumuşatıyor olmak, nefsimizi/enâniyetimizi de terk ediyor olduğumuz anlamına gelmiyor. Enâniyetlerimizi buz havuzunda eritmeden sarfettiğimiz yumuşatılmış sözler, hakikatte kavl-i leyyin olmuyor.

Tam bu noktada, bir hakikat tebliğcisi olarak Bediüzzaman’ın, şahıs merkezli değil, kendi nefsini en arkalara atan kitap/hakikat merkezli bir iman hareketini tercih etmesinin, onun, Risale-i Nur’un mesleğini kavl-i leyyin olarak tanımlamasıyla çok yakından ilişkisi olduğunu düşünüyorum.

Allah, peygamberlerini azmış haldeki firavuna gönderirken bile kavl-i leyyin’i, yani benim anladığım şekliyle enâniyetli olmayan yumuşak sözü emrediyorken, mü’minlerin birbirlerine, İslâm düşmanlarına karşı kullanmadıkları enâniyetli sert söz ve tavırlarla saldırmaları, aklın, vicdanın, insâfın kabul edebileceği bir durum değil.

Eğer böyle acınası bir hâlin içine düşmüşsek, sözlerimizi, tavırlarımızı mihenge vuracağımız İlâhi bir hakikat işte şuracıkta duruyor; ‘Kavl-i leyyin/enâniyetli olmayan yumuşak söz’ söylemek. Söz ve tavırlarımızı bu mihenge vuralım ve bir iç muhasebe yapalım.

Eğer, daha düne kadar yumuşak sözümüzün kalblerdeki parlak akisleriyle temâyüz etmişken bugün birdenbire tam tersi bir hâlin içindeysek, şu soruyu da kendimize soralım: Acaba dünkü yumuşak sözlerimiz enâniyetten tam olarak arınarak kavl-i leyyin mertebesine ulaşmamış mıydı ki, bugün bu kadar kolay nefis kokan meydan savaşları yapıyoruz?

  20.12.2013

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut