Sizden Adam Olmaz

Oktay Gökkoca

EDWARD SAİD, şöhretini fazlasıyla hak eden kitabı Oryantalizm’de (Şarkiyatçılık), Batı’nın Doğu’yu nasıl edilgen bir nesne olarak tanımlayıp sınırlandırdığını, onu, içindeki “tüm unsurlarıyla” bir batılının evinin duvarındaki resim çerçevesinin içine nasıl kolaylıkla sığdırdığını çarpıcı örneklerle anlatır.

Batı’nın, iki üç yüz yıldır, genelde Şark’ı özelde İslâm’ı tüm insanî gerçekliğinden soyutlayıp sırf kendi benliği için yeniden üretmesi, şekillendirmesi, sınıflandırıp indirgemesi ameliyesine karşılık olarak “Şarklaştırma” kelimesini uygun görür Edward Said. Bu haliyle Şarkiyatçılık’ın ortaya koyduğu Şark gerçek Şark değil, kurgulanmış, üretilmiş bir Şark’tır.

Edilgen bir nesneye indirgenen Şark ve Şarklı’ya düşen, Batı’nın bu tırnak içinde takdir edilesi, neredeyse kusursuz işleyen Şarklaştırma ameliyesinde kendine biçilen rolü oynamaktır. Sınırları çizilmiş bir çerçevenin içindeki gölge oyununda oynatılan Hacivat ve Karagöz gibi ya da bir kukla gibi kendi kendine hareket kabiliyeti olmayan bir figüranın rolü bu.

Ne ki Edward Said, eserinde, Batı’nın Doğu’yu bu denli tahakküm altına alması karşısında, Doğu’nun ve doğulunun buna karşı nasıl bir refleks geliştirdiğine neredeyse hiç değinmez. Haklıdır da. Çünkü bunun, kitabının anlatmak istediği ana temanın dışına taşan bir tarafı vardır. Bu nedenle bu reflekse, kısaca, bir doğulu olarak ben değineceğim.

Batı, yeni coğrafî keşifleriyle, aydınlanma felsefesiyle, akılcı disiplinleriyle, fennî terakkisiyle ve en nihayetinde emperyal bir hale gelen siyasi ve askerî gücüyle Doğu’yu tam anlamıyla avucunun içine alırken, Doğu’nun buna verdiği tepki tam da Batı’nın istediği gibidir: Orijininde Batı’nın yer aldığı bir medeniyet tasavvuru karşısındaki hayranlık ve aşağılık kompleksi.

Bu kompleksi, sırf Batı’nın Şark üzerindeki sistemli Şarklaştırma ve sömürgeleştirme çabalarıyla açıklamak yetersiz kalır. Buna olanak sağlayıp zemin hazır eden asıl neden, genelde Şark’ın özelde müslümanların, bir zamanlar sayesinde hakiki bir medeniyet kurdukları Kur’ân ve Sünnet’in özünden, ruhundan yavaş yavaş uzaklaşmalarıdır. Böyle bir zemini bulmuşken bu fırsatı iyi kullanan Batı, haçlı seferlerinin bir anlamda modern ve son derece iyi disiplinize edilmiş versiyonu olan şarkiyatçılıkla Doğu’yu sömürerek semirmiş, onun üzerinde yukarıdan bakan, kibirli ve güçlü bir hegemonya kurmuş, buna karşılık Doğu’nun bahtına ise zayıflık ve kompleksli bir ümitsizlik/yeis düşmüştür.

Bediüzzaman 1911 yılında verdiği Şam hutbesinde, Avrupalılar terakkide istikbale uçarken müslümanları maddi olarak orta çağda durduran altı hastalıktan ilkini “yeis; yani ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi” olarak zikreder. Bu hususta şu haklı tespitlerde bulunur:

“Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş.”

Müslümanları maddî olarak ortaçağda bırakan bu ümitsizlik hali ve beraberinde Batı karşısındaki hayranlık/aşağılık kompleksi, İslam’ın ve Doğu’nun bir parçası olarak üzerinde yaşadığımız topraklarda da hükmünü icra etti uzun süre.

Batı’nın Doğu’yu edilgenleştirmesinin de bir sonucu olarak bu topraklarda yaşayanlar, bu ülkenin başına gelen her şeyde kaderine! teslim olmuş bir ruh hali sergiledi çoğunlukla.

Eğer başımıza kötü şeyler geliyorsa, bunun izahı çok basitti. Burası Türkiye’ydi. Elden gelen bir şey yoktu. Bu bizim kaderimizdi. Zaten içinden hiçbir sûretle çıkılmaz bir döngünün içinde, başımıza gelen bu kötülüklere karşı geliştirdiğimiz en kolay ve zahmetsiz tutum, kaderini/kendine başkalarının biçtiği rolü içselleştimek ve bu kadere boyun eğmekti.

Eğer başımıza umulmadık şekilde “iyi şeyler” geliyorsa bunun da basit bir izahı vardı. Bu “iyi şeyler”, hür irademizle, kendimizin becerdiği şeyler değildi kuşkusuz. “Birileri” bir yerlerde yeni planlar yapmış, bu yeni planların bir yerinde, konjonktürel ve geçici olarak, ama her hâlükârda yine bizim aleyhimize olan bu sözde iyi şeyler düşmüştü bahtımıza. Ülkemizde siyasî bir istikrar mı yaşanıyor, ekonomik anlamda bir sıçrama mı var, hak ve özgürlükler alanında umulmadık ilerlemelere mi şahit oluyoruz? Tahlil çok basit. Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesi’ne maşalık yapıyorduk sadece. Dolayısıyla bu maşalık için bir parça kemik atmışlardı önümüze. Yoksa tüm bunlar, birilerinden bağımsız, kendi irademizle gerçekleşen birer değişim -asla- olamazdı.

Yani başımıza gelen hayır da, şer de, iyilik de kötülük de, Batı’dandı.

Sadece kendi yaşadığımız ülke’de yaşananlar için böyle düşünüyor değildik. Doğu’nun bizimle aynı kaderi paylaşan diğer coğrafyalarında yaşananlara da aynı ruh haliyle bakıyorduk.

Tüm bu patolojik ruh halinin, neredeyse istisnasız olarak hepimizin diline pelesenk ettiği, zihnimize, bilinç altımıza kazıdığı bir cümle var:

“Bizden adam olmaz”.

Bu cümle, özelde bu ülkenin, genelde Doğu’nun asla değişmeyeceğine inanılan makus talihine yapılan mü’mince olmayan bir gönderme. Zaten Batı’nın da istediği tam da böyle düşünmemiz değil mi?

Şükür ki Rabbime, üç dört yüz yıldır bizi esir eden bu ümitsizlik halinden, Batı karşısında ezik bir nesne olma duygusundan kurtulmaya başlıyoruz yeni yeni. Bizden adam olacağına dair ümidimiz artıyor. Yaşanan onca acıya rağmen, yalnız bu ülke için değil, tüm İslâm coğrafyası için yeni bir dirilişin, sancılı ama müjdeli işaretlerini görüyoruz. Batı’nın bizi hapsettiği zihinsel zindandan çıkmaya başlıyoruz. Ki Batı karşısında özgüven sahibi olmuş, onunla eşit bir özne olarak karşılaşabilen bir varlığa sahip olmaya giden yolun başlangıç noktası da burası. Tabî, bu değişimin gerçekleşiyor olmasında, hiç kuşkusuz, Kur’ân ve Sünnet’le kopma noktasına gelmiş bağlarımızı yeniden kuvvetlendirmek için, geçmişte, yeryüzü kadar büyük bir bahar bahçesinin tohumlarını atmış olan kahramanların emeği büyük.

Diğer taraftan bu ülkede, geçmişte olduğu gibi bugün de yukarıda bahsettiğim patolojik ruh haliyle yaşamakta ısrar eden sayısı azımsanamayacak bir güruhun varlığını da inkar edemem. Bunlar, akıl erdirmesi güç bir çelişkinin de sahibi aynı zamanda. Bir taraftan kendilerinden birinin tüm dünyaya bedel olduğu inancıyla en üstün ırk olduklarını iddia eden, diğer taraftan da “bizden adam olmaz” diyerek çelişkiler âbidesi olmayı hak eden bir güruh bu. Kibrin tavanına değdiği aynı anda aşağılık kompleksinin dibine vurmuş, başkalarını da o dibe çekmeye çalışan, bîçare, iflah olmaz bir güruh. Batı, onlara bakıp kendisiyle gurur duyuyor olmalı. Onlara tek sözüm var.

Evet, sizden adam olmaz.

  03.12.2013

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut