Meyveli ağaç tesellisi

Nuriye Çakmak

“BEN KENDİLERİNE ilişmediğim, hatta kendileriyle ilgilenmediğim halde onlar neden bıkmaksızın benimle uğraşmaya devam ediyorlar..” Değer verdiğim bir dostumun serzenişiydi bu. Belki de insanların birçoğu benzer sorgulamaları yaşamıştır iç dünyasında. Öyle bir çırpıda cevap verilebilmek imkansız, tesellisi güç, sohbeti ağır. Bazen denklemlerini çözmek yıllarınızı alır, bazen sabrınız sonuna kadar sınanır, bazen artık boğulduğunuzu ve hiç çıkamayacağınızı sanırsınız bu imtihandan, bazen acı bir gülümseme olarak kalır eski yıllardan..

Böyle durumlarda “Meyveli ağaç taşlanır” sözünü hatıra getirmek adettendir. Ancak temelde meyveli ağacın taşlanma nedeni meyveye sahip olmaktır. Bu taşlama olayının ağacın tekamülüyle direkt ilgisi yoktur görünüşte. Aksine taşlayanlar için olası bir menfaat söz konusudur. Fayda göreceği yeri taşlayan bir mantık için menfaat tanımı da bizimkiyle aynı olmayacaktır zaten. Bu açıdan bakılınca teselli olsun istenen söz sorunlu görünmektedir. Zira meyveli ağacın çektiği nedir ki, kendisi taşlanırken meyvelerini başkaları yiyecektir..?

Uzun fikir mesaileri sonucu kendime verdiğim, beni tatmin ettiği için dostuma ilettiğim ve belki başkalarına da faydası olur diye not ettiğim cevap şudur;

“Çoğu zaman senin onların dünyalarını terk etmen, onların seni terk ettiği anlamına gelmiyor olabilir. “Onlar”, yani kendileriyle imtihan edildiklerin, kendileriyle imtihan edilmen için iradesini sarf edenler veya. Veya nefsine yenik düşenler, bilerek yapanlar, unutanlar, zevk alanlar, pişman olanlar. Tüm şahıs kipleri, herkes, her şey, dünya belki.

Haktan yana bir adım atanlar, nefisleri ve vicdanları savaşa girdiğinde vicdana yatırım yapanlar, kaybedenlerden olmazlar. Taşa maruz kalan meyvelerden ibaret değildir bir ağaç!

Büyük ve zor bir adım atmakla uzaklaşmayı, karşılık vermek yerine susmayı, üzerlerine gitmek yerine zuhurata tabi olmayı sana seçtiren haksa, vicdanın rahatsa, bekle. Sınavın dallanıp budaklanabilir, sen çekildiğin halde çekilmeyenler sabrının sınırlarını zorlayabilir, senden istenen bir adım daha vardır, çünkü bedelini ödemen gereken bir zafer sana muntazırdır.. İnan bana, çünkü bu dersi bana okutan kainatın sultanıdır.

Değil mi ki, karşısındakilerden bir karşılık beklemiyordu, kimseyi zorlamıyordu, kimsenin yerinde gözü de yoktu. Getirdiği her şey hayırdı ve bunu çok iyi biliyordu. Ama bu hayırların karşılığı ilk anda hayır olmasa da razı oluyordu. Vaad edilen zenginlikleri, reis olmayı, şöhreti ve gücü elinin tersiyle itiyordu, aynı eline ayı ve güneşi alıyor, sizin dininiz size benim dinim bana diyordu. O onlara ilişmiyordu yani, diğerleri üzerine geliyordu. İşkence ediyor, hakaret ediyor, her yolu deniyorlardı, karşılık vermiyordu. Yeri geldi şehrini terk etti, ama yetmedi. Niye geldiler Uhud’a kadar? Niye efendimiz arayı açtıkça onlar saldırıya devam etti? Çünkü bu edebin, bu sabrın, bu en güzel mücadelenin karşılığı, onların şerrinden kurtulmak kadar basit bir sonuç olamazdı. Bunun bedeli azgınların belasını bulması, sabredenin mükafatının umduğundan büyük olması anlamına geliyordu. Onlar kendilerine karışmayana musallat olmaya devam edeceklerdi ki, kaçar gibi gittiği Mekke’ye fatih olarak girsin yetimlerin efendisi.

Diğer peygamberlerin de hayatlarında olduğu gibi.

Seçmekte serbest oldukları şeylerde kabul etmemeyi değil, yok etmeyi deneyenler, yok edildiler. Kendilerine karşı sabredilenler, saldırılarını hiç kesmediler, ama kazananlardan da olmadılar hiçbir zaman. Oysa sabredenlerin umduklarından da güzel oldu sonuçlar.

‘Zamanın garibi’ne de ilişmediler mi? ‘Dünyanız başınızı yesin’ dediği ve dünyalık hiçbir şeyi beş paraya saymadığı halde neydi ehl-i dünyadan çektiği? Kendilerine ilişilmeyenler neden hep taciz etmişti? Dünyayı talep etmiyordu ki, dünya ona zindan edilmişti! Ahiretlerinde de gözü yoktu, makam mevkilerinde de. Elinin tersiyle ittiği ne varsa onun ittiğine sahip olma derdinde olanlar olmadık zulümler yapıyorlardı ona. Ve güzel bir sabır buldular karşılarında: sessiz bir mücadele, dağ gibi bir istiğna, azami bir ihlas. Onların geri adım atmamaları gerekiyordu, bize ilişmeyene ilişmeyelim diyerek vazgeçmemeleri gerekiyordu, çünkü bu zafer büyük bir bedel istiyordu. Onlar kendi vazifelerini bihakkın yerine getirecekti ki, dünya zinetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış bir ruhun zindanından şimdi milyonla tarif edilen yeni hayatlar yeşersin..

Eğer “ben onlara ilişmiyorum, onlar niye benimle uğraşıyorlar?” diyorsan, tercihin gerçekten hak olduğu için bunu yaşamak durumunda kalıyorsan, vicdanın da mutmain bir şekilde yanında duruyorsa, yürüdüğün yol sırat-ı müstakime bakıyorsa, sabret. Sen kendilerinden bir şey beklemediğin, yaptıklarına karşılık vermediğin, kendini çekmekle sabrettiğin halde hâlâ sana karşı yürüyorlarsa, bırak yürüsünler, eğer bu imtihanı kaybetmezsen anla ki, senden beklenen sabır boşuna değil. Anla ki, mesele seni bırakmalarıyla bitecek kadar basit değil. Doğmak isteyen bir hakikat var, ulaşılması gereken bir menzil var senin için. Çıkılması gereken bir basamak ve bir zafer var, iki dünyana da ışık tutacak...

Gözünü çevir ve efendiler efendisine, onun peygamber kardeşlerine, yıldızlar gibi ashaba, velilerin hayatlarına, Bediüzzaman’a bak. Emin ol meyveli ağaçlar taşlardan zarar görmüyorlar. Taşı atanlar, nimete ermek şöyle dursun, her türlü nimetten uzak bir azaba duçar oluyorlar ve ağaçların en büyük meyveleri olan sabır meyveleri zamana, asırlara ışık tutuyorlar. Tohum tohum yeşermeye ve yeşertmeye devam ediyorlar.


* Bu yazı ilk kez Sancaktar dergisinde yayınlanmıştır.

  24.10.2013

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut