Atlar da sarhoş olur, Kaplumbağalar da uçar

Nuriye Çakmak

BAZEN BİR film izlersiniz ve kendinizle ilgili ciddi hesaplaşmaların içinde iter sizi. Bunda hikaye/senaryo, oyunculuk, yönetmenin artıları ya da görsellik önemli rol oynayabilir. Ama bence en önemlisi ruhtur. Filmlerin de bir ruhu olduğuna inanıyorum ya da ruhu olan filmler olduğuna. Mesela Macid Macidi’nin filmleri. Onunla yıllar önce Cennetin Çocukları vesilesiyle tanışmıştım. Günlerce devam eden etkisiyle birlikte yeterince şükretmiyor, yeterince mücadele etmiyor olduğum gibi düşünceleri üfleyip durmuştu vicdanıma. Akabinde Bahman Ghobadi ile tanıştım. Son derece sarsıcı bir tanışmaydı. Acıyı tarif etmenin en güzel yolu onu tarif etmemektir. Ve o bunu yapıyordu. İzlediğim tüm filmlerini tek kelimeyle tanımlayabilirim; yalınlık. Size nefes alacak kadar bile yer bırakmayan her yeri ve her şeyi kaplamış bir yalın acı.. (Son filmi ile uğradığım hayal kırıklığı bir yana ilk filmleri için her daim yazmaya devam edeceğim.)

Yönetmen yaşanmış acıları bir film üzerinden neden ve nasıl bu kadar derin hissettirebilir diye düşündüğümde rastladıklarım cevabın hiç de uzak olmadığını gösterdi. İlk izlediğim filmi bir sessizlik şaheseri olarak tanımlanan SARHOŞ ATLAR ZAMANI idi. Uluslararası festivallerde 9 ödüle adını yazdırmış bir film bu. Amine’nin sesi ve konuşması, o kutsal harfler arkada akarken yüreğinizde bir yere yerleşiveriyor birden bire. Filmin konusunu yazmayacağım. Mekân yönetmenin kendi köyü olan İran yakınlarındaki Kürt köyü Bane’dir. Olay ve kişiler tamamen gerçektir. Hatta filmde kardeşi oynayan çocuklar hakikaten kardeştir. Filmin çok ilgi çeken ismi, soğuğa dayanmaları için atlara verilen alkolden gelmektedir. Ve mesaj açıktır, atlara verilen özen insanlara özellikle çocuklara verilmemektedir.. Irak sınırına kaçakçılık yaparak yaşanılan bu hayat, 12 yaşındaki Eyüp için gerçektir. Yönetmen şöyle diyor bir söyleşisinde, “Filmdeki çocuklar karın yağmasını bekliyorlar. Böylece tekrar çalışmaya başlayacaklar. Kar yağdığında yollar kapanır. Böylece mallarını taşıtmak isteyen kaçakçılar çocukları ve katırları kullanırlar. Ve sonra özürlü çocuğun gerçekten iki yıl ömrü kalmıştı. Almanya’da ameliyat edileceğini biliyorum ama bunun için yeterli para yok.”

Gerçek olmamasını umduğunuz bu hikaye gerçektir. Bu kadar yükü taşıyabileceğine hayatta inanamayacağınız bunca çocuk da gerçektir. Onlar hayatlarında hiç kamera görmemiştir. Hatta televizyon. Filmde mükemmel bir performans gösterirler ama. Tıpkı KAPLUMBAĞALAR DA UÇAR filmindeki çocuklar gibi..

Turtles Can Fly, yönetmenin ikinci bol ödüllü uzun metrajlı filmi. Festivallerden bileğinin hakkıyla aldığı 10 ödülle dönen film. Diğerinden daha da acı olmayı nasıl olup da başardığını anlayamadığım film.. Aslında iki film birbirine oldukça benziyor. Müzik bir esinti gibi. Konuşmalar az. Cümleler kısa. Belgesel kıvamında filmler bunlar. Yine aynı yaşlarda çocuklar var bu filmde. Yine bir sınır. Yine bir köy. Yine imkansızlıkların sırtına bindiği masum yüzler.. Bu filmde bir önceki hikayenin kahramanı Eyüp’ten bir yaş büyük olan Satellite (Saran) ve Amine’den daha büyük ama bir anne olmak için, yaşadığı acılar için çok küçük olan 14 yaşındaki Agrin var. Mayın toplayarak geçimini sağlayan bir azaları muhakkak eksik kimsesiz çocuklar. Tarihin kara lekesi Halepçe’yi yaşamış çocuklar.

Öyle bir zulüm görürler ki, Amerika’ya umut bağlarlar. Bu da başka bir trajedidir ki, kimilerine göre yönetmen bu yolla Amerika’ya sanatsal bir tepki vermiştir. Bu mesajın bariz olduğunu söylemem çünkü içine “çeşitli” mesajları gizleyebileceğiniz filmler değil bunlar. İsimler tek başlarına yeterli değil mi? Film adını, savaş uçaklarından atılan bombaların etkisiyle havaya uçan kaplumbağalardan alıyor. Veya kaplumbağa misali yaşamı sırtında taşıyan küçük mülteci anneden.

O küçük anneyi ilk sahnede gördüğümde bir önceki filmde Amine’nin sesinin yaptığını yaptı bana gözleriyle, bir ışın silahı gibi içimi delip geçti. Herkes onun iyi bir oyunculuk eğitimi aldığına emin olabilir filmi izlediğinde. Oysa oyuncuların bulunması için 300 kişiyle süren aramalarda Irak’taki tüm Kürt köyleri gezildi ve çocuklar fotoğraflardan seçildi. Daha da ilginci beni delip geçen o büyülü kız yani Avaz Latif (Agrin), elektriği dahi olamayan bir köyde bulundu. Soran İbrahim (Satellite) ise çocukların içinde daha önce bir televizyon görmüş tek çocuk.

Bu durum sizin de aklınıza Slumdog Millionaire filmini getiriyor değil mi? Kenar mahalleden seçilmiş çocuklarla çekilen filmin 8 oscarlık başarısı. Bu gerçekten bir başarı göstergesi mi. Bu film Bahman’ın oscarsız filmleriyle kıyaslanamaz mı? Merak ediyorum, neden kimse fakirliğin son haddindeki çocukların bu büyük sinema başarısına sansasyon üretme harici bir sebeple ilgi duymuyor? Ya da sansasyon için bile olsa neden Hintlisine duyuyor da, İranlısına duymuyor? Bence bu filmler kıyaslanabilir. Hatta kıyaslanmalıdır.

Bir sinema eleştirmeni değilim. Yapmak istediğim kıyaslamaları, sonuçlarını sinema terimleriyle açıklamak da istemiyorum. Kendi bakış açımdan ilk aklıma gelen yönleriyle kıyasladığımda bu filmleri, ortaya çıkan sonuç tam da beklediğim şey oluyor. Birincisi, Ghobadi ilk filmini kendi köyünde çekmiştir, ikinci filmini ise köyünün yakınında. Mekanı içindeki tüm ayrıntılarıyla bilmektedir. Kenar Mahalle Milyoneri filminin yönetmeni Simon Beaufoy ise bir kitaptan uyarladığı senaryoyu bilemek için sadece üç kez Hindistan'ı ziyaret etmişti. Bir mizansen gibi geçen sahnelerde ne çok acı gizliydi ve hepsi gizli kaldı. Bir fark daha, bu film 15 milyon Amerikan dolarına mal oldu ve dünya çapında 128,442,071 dolar hasılat elde etti. Diğer filmlerin yönetmeninden gelen açıklama ise şöyleydi; “Daha önce, az miktarda devlet yardımı dışında tamamen kendi kaynaklarımla birkaç kısa film yapmıştım. Bu filmler ödül kazandılar. Bu da bana devam etme gücü verdi. Çekimi bir yıl kadar süren ilk uzun filmim için pek çok sorun yaşadım. Çekimler sırasında yapımcı para yatıracağını vaad etti, ancak sonunda beni yarı yolda bıraktı. Bazı eşyalarımı satmak ve köydeki herkesten borç almak zorunda kaldım. Yapım öncesinin her aşaması bir kabustu..”

Gelelim filmlerin ortak görünen yanlarına, çocuklara. Slumdog Millionaire henüz gösterime girmeden arkasındaki Amerikan devlerinin sayesinde korkunç bir kamuoyu oluşturmayı başarmıştı. Filmdeki çocuklar üzerine çokça yayın döndü. Çocuklar harika giysiler ve bir basın ordusuyla birlikte uçakla Hollywood’a gittiler. ‘Herkesin rüyası’ kırmızı halı üzerinde poz verdiler. Dağıtımcı şirketin dediğine göre kendilerine bir aylık çalışma için kendi yörelerinde yaşayan bir yetişkine ödenen yıllık ortalama ücretle üç kez ödeme yapıldı. Bilinen şu ki, çocuklar eskisinden farksız şekilde yaşamaya devam ediyor. Ghobadi’nin çocuklarına ise böyle bir ödeme yapılamadı. Onlar hakkında dış basında herhangi bir özel haber yayınlanmadı. Güzel gözlerinin önünde flaşlar patlamadı. Hiçbir kırmızı halıda yürümediler. Ama bu işlerini iyi yapmadıkları için değildi, ödüle layık olmadıkları için hiç.

Peki bu çocukları böyle bir imkansızlığın içinde profesyonel oyuncular gibi başarılı olmaya iten sebep ne idi. Bence bunun tek bir cevabı var, doğallık. Bahman Ghobadi gayet zor şartlar altında ve oradan oraya savrularak geçirdiği gençlik döneminde 4 yıl bir çocuk yuvasında çalışmıştı. Çocukları çok iyi gözlemledi ve onlarla harika bağlar kurdu. Onu böyle bir başarıya iten sebep de buydu. İki filmde de seçilen çocuklarla kendisine alışmaları için bir süre birlikte yaşadı ve çocuklarla dostluğunu pekiştirdikten sonra kamerasını çalıştırmaya başladı. Bence bu dahice bir ayrıntı ve harika bir çalışma metodu.

Slumdog Millionaire’deki çocuklar da gerçekti, ama yönetmenin amacı onları hikayeye dahil etmek ve güzel durmalarını sağlamaktı. Bahman’ın amacı ise onları birer sahne figürü gibi kullanmak değil, gerçekliği en yalın haliyle onların gözlerinden okutmaktı. İşte o nedenle Hintli çocukların yüzlerini hatırlayamıyorum. Ama yıllar önce izlediğim filmlerdeki birçok çocuğun yüzü zayıf hafızıma ters bir şekilde gayet net aklımdadır. Bu çocukları unutulmaz yapan şeyin sadece gizli kalmış müthiş sinema yeteneğinin açığa çıkmasıyla izah edilebileceğini sanmıyorum. Eğer filmi çeken yönetmen bir şeyleri anlatması gerektiğini düşünerek emek harcıyorsa, “hikaye”si kulağa hoş gelmekten öte tarihe not düşülmesi gereken öğeler barındırıyorsa ve “çocuk” ayrıntısını kullanmayı biliyorsa, buradan bir mucizenin çıkması gayet doğaldır. Tıpkı Savrseni Krug (Kusursuz Çember) filminde olduğu gibi. Hiçbir film platosunda göremeyeceğiniz yoğunlukta bir savaş arka temasının önündeki iki sarışın çocuk. Onlar da çok başarılıydı değil mi? Tehlikeli ve gerilim dolu sahnelerde çok profesyonellerdi.. Sonra mesela unutulmaz bir baba oğul hikayesi olan The Pursuit of Happyness’de Will Smith’in rol arkadaşı olan çocuk. Onun yüzünü de hatırlıyorum, o da çok başarılıydı. Bence önemli, oynadığı kişi gerçekten babasıydı çünkü. Çünkü Almedin ve Almir, gerçekten Bosna savaşının içinden çıkmıştı.

Bahsi geçen çocukları filmin ana öğesi yapıp içinize işlettiren şey gerçek olmaları. Ve bu filmlere bunca ruh yükleyen de onların yalansız simaları. Böylesi başarılı bir oyunculuğu nasıl sergileyebildiklerini sorsanız kendilerine, şöyle cevap vereceklerdir belki de; “Biz karakterler canlandıran oyuncular değiliz, biz hikayedeki karakterlerin canlı haliyiz. Biz kendimizi oluyoruz…” Kaplumbağaların uçtuğu, atların sarhoş olduğu gerçek dünyayı yansıtan bu yüzleri ve başarılarını işte tam bu yüzden unutamıyorsunuz. Film bittiğinde ekrandan zor aldığınız gözlerinizle normal yaşantınıza dönmeniz arasında geçen bocalama zamanlarında yüreğinizde izlerinin kaldığını fark ediyorsunuz. Derin izler.


* Bu yazı ilk kez Sancaktar dergisinde yayınlanmıştır.

  04.10.2013

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut