Yâsin: Yeniden diriliş müjdesi

Oktay Gökkoca

Yâsin sûresi ölüler için düzenlenen bir ritüelde okunan hüzünlü bir ağıt değil, henüz dünyada olan veya ölümü tadan ruhlara bir yeniden diriliş müjdesidir benim için.


ZİHİN, BİR çağrışımlar ülkesi. Kelimeler, kokular, manzaralar, ilk işitildiklerinde, ilk koklandıklarında, ilk görüldüklerinde o ânla alâkalı olan tüm varoluşlarla, tüm hissedişlerle birlikte bir tür kriptolamayla paketlenip şuuraltımıza gönderilir. Aynı kelimelerin, kokuların, manzaraların sonraki her tekrarlanışında şuuraltımızda paketlenmiş halde duran karşılıkları geri çağrılır, çağrıştırdığı tüm duyuş ve hissedişlerle zihinde tekrar açılır.

Çocukluğumdan beri her dinlediğimde zihnimde hep aynı manzara ve duyguları çağrıştıran bir sûre var. Yâsin sûresi.

Bir gaz lambasının hafif titrek aleviyle zifiri karanlığın yerini loş bir aydınlığa terk ettiği küçük bir odada, boylu boyunca yere uzanmış; sekeratta veya ruhunu henüz teslim etmiş bir insan bedeninin hemen yanıbaşında diz çökmüş bir kadın. Sırtı bana dönük. Gölgesinden anladığım kadarıyla elinde bir mushaf var. Yerde yatanın teslim olmak üzere olan ya da olmuş ruhuna Yâsin okuyor. Bütün bütün manadan soyutlanmış, bilinmez bir dille söylenen bir ağıt gibi. Ya da bir bilinmezin dipsiz kuyusuna düşmüş mevtanın o kuyudan bir daha hiç çıkmayacağını, sade ama kararlı bir şekilde dikte eden bir telkin gibi. Odanın yarı aydınlık yarı karanlık rengi okunan Yâsinle daha bir kesifleşiyor. Loşluk, aydınlıktan çok karanlığa hizmet ediyor. Ve bu manzara anlamlı bir sona ulaşmadan, yarım kalmış bir film gibi bitiyor.

Bir arkadaşımın babasının cenaze merasimine katıldığım güne kadar her Yâsin okunuşunda yukarıda anlattığım manzara canlanmıştır zihnimde. Belki okuyanların hep aynı ses tonuyla, aynı makamla, aynı hüzünle okuyuşlarının da bunda bir payı vardı. Evet evet. Yâsin okununca zihnime düşenleri bir kelimeyle özetleyecek olsam bu kelime hüzün olurdu. Ama elîmâne bir hüzün.

O cenaze günü, kefene sarılmış haliyle, sanki on, on iki yaşlarındaki bir çocuk bedeni kadar küçülmüş mevta, Yâsin sûresi eşliğinde kendisi için açılmış boşluğa indiriliyor. Defin manzarasını tam olarak gören bir yerde oturmuş, izliyorum. Muhayyilemde oynaşan çağrışımlar bu defin esnasında daha kesif bir hüzne garkediyor tüm vücudumu. Birden kaçışı olmayan bir sonun verdiği çaresizlikle iradesiz olarak kendimi mevtanın yerine koyuyorum.

Yâsin, içimi parçalayan bir ağıt halinde devam ediyor. Tüm varlık âlemiyle, ünsiyet peyda ettiğim tüm sevdiklerimle “var”lık âleminde geçirdiğim son anlar. Bir daha “var”lığa hiç dönmemek üzere, yokluğa, hiçliğe, şuursuzluğa gidiyorum. Hiç olmayı düşünmenin insan şuuruna verdiği ızdırab; Yarabbim! Ne büyük azab!

Hiçliğe giden çukurun dibine konuyorum ve üzerime tahta parçaları kapatılıyor. Teşyiciler, olduğun yerden bir daha çıkma! dercesine kürek kürek toprak atıyor üzerime. Her atılan toprak, var oluşa bir adım daha uzaklaştırıyor beni.

Güneşin doğuşunu batışını bir daha hiç seyredemeyecek olmak, yağmurun henüz ıslattığı bir bahar sabahında portakal, limon çiçeklerinin doyumsuz kokusunu bir daha hiç içine çekemeyecek olmak, bir güz ikindisinde kızılımsı yapraklarla boyanmış bir manzaraya bir daha hiç bakamayacak olmak, sıcağıyla kavuran bir yaz öğlesinde soğuk bir suyun verdiği o muhteşem tadı bir daha hiç tadamayacak olmak, buz kesen bir kış gününde sıcak bir soba başı bulmanın keyfine bir daha hiç varamayacak olmak, bir bayram sabahının içe sığmaz neşesiyle maaile bir arada bulunmanın huzuruna bir daha eremeyecek olmak..

Yâsin artık uzaklardan gelen bir inilti halinde duyuluyor. Soğuk bir çukurda, bir müddet sonra sanki hiç insan sûretini almamış gibi darmadağın olacak bir bedenin hücreleri son kez biraradalar. Birazdan mutlak bir sahipsizlik ve kimsesizlikle baş başa kalacak olmanın ruhuma verdiği elemin tarifi yok. Bütün kâinat sanki ruhumdan bir cilt gibi sıyrılıyor.

Birden irkiliyorum. Şuurum Yâsin sûresinin son âyetini yakalıyor.

“Fe subhânellezî bi yedihî melekûtu kûlli şey’in ve ileyhi turceûn ”.

Aşağı yukarı çözüyorum manasını.

“Her şeyin hükümranlık ve mülkü elinde bulunan Allah ne yücedir. Siz O'na döndürüleceksiniz.”

Yani diyor ki;

“Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in'idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”

Sahipsiz değilsin, kimsesiz değilsin, hiçliğe, yokluğa değil, bütün kâinatın mülkünü ve hükümranlığını elinde bulunduran bir Zat’ın huzuruna gidiyorsun, O’na döndürülüyorsun..

Çocukluğumdan o âna kadar her duyuşumda beni hüznün en dibine çivileyen, ölümü dehşetli bir yok oluş olarak şuuraltıma işleyen Yâsin sûresi, birden, o son âyetiyle bütün varlığı kuşatan, kâinat kadar büyük bir müjdeye dönüşüyor. Üstelik sonradan öğreneceğim üzere “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusuna “İlk defasında onları kim yarattıysa O diriltecek” cevabıyla âhiret kadar büyük bir ni’meti de bu müjdeye dâhil ederek.

Yâsin sûresi o günden beri, ölüler için düzenlenen bir ritüelde okunan hüzünlü bir ağıt değil, henüz dünyada olan veya ölümü tadan ruhlara bir yeniden diriliş müjdesidir benim için.

  28.09.2013

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut