Bediüzzaman ve Milliyetçilik Kavramı

MİLLİYETÇİLİK, HIRİSTİYAN Batı toplumlarının “modernleşme” sürecinde ortaya çıkan ve sanayi toplumunun üretim ve tüketim kalıplarıyla, matbaa kapitalizminin tetiklediği kitle iletişiminden beslenen bütüncül bir ideoloji ve siyasi akımdır. Dini bağlanmanın asli aidiyeti oluşturduğu modern-öncesi toplumlarda, dinin sahip olduğu bütünleştirici ve meşrulaştırıcı fonksiyon, modern dönemde seküler bir din niteliğine bürünen milliyetçi tasavvur (1) ve ideoloji tarafından sağlanmaktadır. Bu niteliğiyle milliyetçilik, seküler/bu dünyacı bir varoluş tasavvuruna dayanan, bilgi ve moral anlayışını ulusal aidiyet ve ulusal çıkar ekseninde tanımlayan bir doktrindir. Devletler arası düzenin ulus devletlerden oluşmasını veri olarak alan milliyetçi söylem, ulusaltı ve üstü hamiyyetlerin ulusal hamiyete hadim olmasını şart koşar.

Milletlerin tarihselliğine ilişkin literatür oldukça farklı yaklaşımlar içermekle birlikte, milliyetçiliğin modern bir tasavvur olduğu genel kabul gören bir olgudur. Bir millete ait olma bilincini asli aidiyet olarak görmeyi ve ferdi, toplumsal ve siyasal alanı bu kabule göre düzenlemeyi vaz eden milliyetçilikler, hem sivil/siyasal, hem de etnik bileşenler içerir. Amerikan milliyetçiliği dahil, bütün milliyetçilikler için genellenebilecek olan bu durum, milliyetçiliğin demokrasi ile ilişkisini bıçak sırtı bir ilişki haline getirir. Milliyetçiliklerin etnik boyutu ağır bastıkça, demokrasiyle arasındaki gerilim alanı büyür; sivil/siyasi tanım bu gerilimi düşürür.

Beşeri bir modern ideoloji ve dünya görüşü olarak milliyetçiliğin dinle ilişkisi de değişkenlik gösterir. Kimi örneklerde dini ve dini kurumları en büyük düşman olarak tanımlayıp bir çatışma ilişkisi geliştiren milliyetçiliklerin (Fransa gibi), kimi örneklerde de dini ulusallaştırarak milliyetçiliğe dini bir temel sundukları görülmektedir (İrlanda ve Polonya gibi).

Osmanlı devletinin Tanzimat Fermanı (1839) sonrasında içine girdiği reform süreci, “milliyetçilikler çağı” olarak adlandırılan 19’uncu yüzyılın imparatorlukları çözücü etkisini frenleyebilmek için, “bila tefrik u cins u mezhep” anlayışına dayalı Osmanlıcılık politikasını benimsedi. Oryantalist çalışmalarla beslenen milliyetçi edebiyat, önce imparatorluğun gayr-ı müslim toplulukları arasında siyasal niteliğe bürünen etnik milliyetçi hareketlerin doğuşunu tetikledi. 1876 Anayasasının dinlerine bakılmaksızın bütün tebayı Osmanlı olarak kabul eden resmi yaklaşıma rağmen, Yunanlarla başlayan kopma süreci, Sırplar ve Bulgarlarla devam etti. Etnik milliyetçiliğin çözücü etkisi siyasal düzeyde ilk olarak Arnavut milliyetçiliğinde yankılandı. Resmi Osmanlıcı politikaların Türkçü bir çerçeveye uyarlanarak uygulanmasına duyulan tepkilerin tetiklediği reaksiyoner milliyetçilik akımları, Müslüman topluluklar içinde ilk önce Arnavutların 1911 yılında Osmanlı devletinden kopmasını netice verdi.

1908 yılında Meşrutiyetin ilanıyla 1876 Kanun-i Esasi’sinin yeniden yürürlüğe girmesi, imparatorluğun çözülüşünü geciktirmeyi başaramadı. Girit ve Bulgaristan bağımsızlığını ilan ederken, Bosna-Hersek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhak edildi. Müslüman topluluklar da her tarafta etnik kulüpler-dernekler oluşturmaya başladı. Türk Derneği (1912’den sonra Türk Ocağı), Türk milliyetçiliğinin doktriner merkezi olurken, Arap ve Kürt milliyetçi seçkinleri de örgütlenmeye başladı. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Arap milliyetçiliğinin öncelikle gayr-ı müslim Araplar arasında geliştiği, Türk ve Kürt milliyetçi seçkinlerinin de genel olarak seküler eğilimlere sahip olduğudur.

1912-13 Balkan Savaşlarından sonra Türkçülük, iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Partisi tarafından devletin resmi politikası haline geldi. Böylece seküler Türkçü akımın kurucu figürlerinden biri olan Yusuf Akçura’nın 1904 yılında Mısır’da yayınlanan Türk gazetesinde tefrika edilen Üç Tarz-ı Siyaset isimli eserinde ortaya koyduğu, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük seçenekleri içinden Osmanlı yönetici elitinin tercihinin Türkçülük olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Savaş dönemi boyunca, daha sonra Kemalist dönemde uygulanacak laikleştirici reformların tamamının parçalı olarak denendiğini görüyoruz.

Savaş sonunda Osmanlı devleti parçalanırken yerine kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Paşa’nın liderliği altında, Türkleştirme yoluyla Batılılaştırmaya dayalı bir politika izlemeye başladı. Türklük, topyekun Batılılaşmaya dayalı dönüşüm programının zarfı olarak kullanıldı. 1924 yılında Halifeliğin kaldırılması, İslam dünyasında büyük bir tepkiyle karşılanırken, içeride de Kürtlerin yeni rejimle arasındaki temel bağlarından birini ortadan kaldırdı. Gelişen bir dizi Kürt dini-milliyetçi ayaklanması askeri yoldan bastırılırken, Kürtlerin Türk olduğuna dayalı resmi tarih tezi eğitim sisteminin ve kamusal alanın buna göre düzenlenmesini kolaylaştırdı.

Dinden arınmış, soy olarak Türk ya da kendisini öyle kabul eden, Batılılaştırılmış Türk kültürüne bağlı ve Türkçe konuşan herkes Türk olarak tanımlanırken, Türk olmak en büyük mutluluk vesilesi olarak telakki edildi. Söz konusu bileşenler açısından eksik olanların Türkleştirilmesi programı uygulamaya kondu. 1928’de Yahudilere dönük “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası başlatılarak, sokakta, çarşıda ve resmi kurumlarda Türkçe dışındaki dillerin konuşulması yasaklandı.

Said Nursi: “Unsur lazım ise bize İslamiyet kafidir”

Abdülhamid dönemi, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerine şahitlik eden Said Nursi, içinden çıktığı Kürt toplumunun ve genel olarak bütün Müslümanların üç ana problemi olarak değerlendirdiği “cehalet, zaruret ve ihtilaf”tan kaynaklanan tehlikeleri, İslami hamiyeti baz alarak bertaraf etmeyi hedefleyen, medreselerin yeni bilimlerle tanışmasını ve Arapça, Türkçe ve Kürtçeyi de içerecek çok dilli bir eğitim programını esas alan Medreset-üz Zehra Üniversitesinin kurulmasını sağlamak için 1907 yılında İstanbul’a gelir. Abdülhamid döneminde bu amacına ulaşamaz. 1908 Meşrutiyetini “Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal” diyerek alkışlar. 1911 yılında Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine katılır ve projesinin kabul edilmesini sağlar. 1914 yılında Van’da temeli atılan üniversitenin kuruluşu Savaş’tan dolayı gerçekleşemez. Cumhuriyetin ilk yıllarında da bu konudaki ısrarını devam ettiren Said Nursi, yeni rejimin dinle barışık olmayan, onu karşısına alan çizgisini fark edince Ankara’dan ayrılarak Van’a, kendisini yeni bir başlangıca götürecek fikri ve manevi serüvenine doğru yola çıkar.

Said Nursi’nin İstanbul yılları milliyetçilikle doğrudan tanıştığı yıllardır. İstanbul’un her tarafında açılmaya başlayan etnik dernekleri “sebeb-i tefrika-i kulüp” olarak niteler. (2) 1908’de kurulan İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’ni İslam ittihadının bir vesilesi olarak destekler. 1909 31 Ayaklanması’ndan sonra geri döndüğü Kürdistan’da bütün aşiretleri dolaşarak Meşrutiyetin ilanı üzerine beliren istifhamları gidermeye çalışır ve milliyetçiliğe ilişkin temel bakış açısını, bu görüşmelerden derlediği karşılıklı soru ve cevaplardan oluşan 1911 tarihli Münazarat isimli eserinde ortaya koyar.

Münazarat, sade insanı siyasi karar verme sürecinin meşru ve ehil bir aktörü olarak değerlendirmenin, dolayısıyla Meşrutiyetin katılımcı ruhunun pratik bir temsilidir. Urfa’da problemlerini sorduğu bir köylünün “Ağam bilir” cevabı üzerine, “O zaman ben de, senin ağanın cebindeki aklınla konuşuyorum” diyerek, Kürtleri akıllarını kullanmaya davet eder ve bir sözü kim söylerse söylesin akıl süzgecinden geçirmeye davet eder. (3) Kürtler nezdinde İslami aydınlanmanın öncülüğünü yapar. Böylece, aşiret, tarikat, cemaat, şef, ideoloji, örgüt ya da devlet adına geliştirilen önermelerin bireysel aklın süzgecinden geçirilmesinin önemini vurgular.

Problem alanları da, bunların çözümleri de birlikte düşünülüp tartışılmakta, “sahipsiz bir kavmin” sahipsizliğinin nasıl giderilebileceği somut olarak ortaya konmaktadır. Bediüzzaman’ın Münazarat’ı, demokratik düşünce tarihinin paha biçilmez klasiklerinden biridir. Bu klasik eserde milliyet fikrinin İslam ve meşrutiyet/demokrasi ekseninde tanımlanarak kavranması, bize bugün bir arada barış içinde yaşamak için gerekli “birlikte düşünme” sürecinin ana parametrelerini de ortaya koymaktadır.

Milliyetçiliğin doğurduğu sonuçları esas itibariyle, iman merkezli bir bakış açısının yitimi olarak gören Said Nursi, yine de bu doktrinin pozitif sonuçlarından birini Kürtler üzerinden şöyle ifade eder:

“İşte fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeninin himmeti, mecmu-u milletidir. Güya onun milleti küçülmüş, o olmuş. Veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymettar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa feda etmeye iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür. Halbuki, şimdikilere demiyorum, lakin sizin eskiden bir yiğidiniz uyanmamış, nura girmemiş, İslamiyet milletinin namusunu bilmemiş, yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülahaza eder, kısa düşünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza, İslami fikr-i milliyetle onlar gibi temaşa etseydiniz, kahramanlığınızı aleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız.

Eğer Ermeniler sizin gibi sathi ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil olacaklardı. Hakikaten sizin harikulade şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’i bir haysiyet veya itibari bir şeref için veya “Filan yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslamiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslam’ın uhuvvetlerini ve manevi yardımlarını kazandıran İslamiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.

Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlaklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bir kısım içtimai ahlak-ı aliyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezaili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.

Hem, büyük bir taaccüple görmüyor musunuz ki, terakkiyat-ı hazıranın üssü’l-esası ve belki din-i hakkın muktezası olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrayı gayr-ı müslimler çalmışlar? Çünkü onların bir fedaisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun; içinde bir hayat-ı maneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tufan olsun” veyahut “Eğer susuzluktan ölürsem, bir damla yağmur yağmasın!” olan kelime-i hamka ve seciye-i avra, himmetimizin elini tutmuş, rehberlik ediyor. İşte, en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır: Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek, milletimiz olan İslamiyet haydır, ilelebed bakidir. Milletim sağ olsun. Sevab-ı uhrevi bana kafidir. Milletin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşattırır; alem-i ulvide beni mütelezziz eder. “Ölüm, Nevruz Bayramı günümüzdür”” deyip, nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.” (4)

“Frenk illeti” olarak değerlendirdiği ve İslam milletlerinin birliğini parçalamak için kullanılan bir tefrika unsuru olarak gördüğü milliyetçiliğin, (5) aşiret asabiyetinin aşılmasına sağladığı katkıyı teslim eden Bediüzzaman, bir üst aidiyetle Müslüman ferdin hamiyetinin de inkişaf edeceğini belirtir. Bu anlamda milli hamiyyet dini hamiyyetin ancak bir cüzü olabilir; onun yerini alamaz ona alternatif olamaz. 1911’de katıldığı Rumeli Seyahatinde, tren yolculuğu sırasında görüştüğü milliyetçi bir öğretmenle arasında geçen hamiyyet-i milliye-hamiyyet-i diniyye tartışmasında, milli hamiyetin toplumun bütün tabakalarını kuşatamayışına ve ebedi hayat inancının yokluğu durumunda bu dünyacılığın yol açacağı hodgamlığa işaret ederek, dini hamiyyetin üstünlüğüne vurguda bulunur. (6)

Dini hamiyyete dayalı İslam milliyetinin sağladığı dayanışma duygusunun kapsayıcılığını ise şöyle anlatır:

Meşrutiyet-i şer’iye taht-ı efkara çıktı, hablü’l-metin-i milliyeti ihtizaza getirdi, nurani urvetü’l-vüska olan İslamiyet ihtizaza geldi. Her bir müslim anladı ki, başıboş değil. Menfaat-i müştereke ile ve hiss-i mücerred ile başkalarıyla bağlıdır. Umum İslam bir aşiret gibi birbiriyle merbuttur. Nasıl bir aşiretten bir adam bir iyilik etse, umum aşiret bu namus ile iftihar eder, hissedar olur. O namus bir olarak kalmaz. Binlerle aynada görünen bir mum gibi, binler olur. O aşiretin rabıta-i hayatiyesine nur ve kuvvet verir. Eğer birisi bir cinayet işlese, bütün efrad-ı aşiret onunla bir derece müttehem sayılır. Mesela, şu mecliste olan adamlar birbiriyle bağlı olursa, birisi kendini çamura atsa, arkadaşlarını ya beraber düşürecek veya tahrik ile taciz edecek. Binaenaleyh, şimdi bir günah bir’likte kalmaz, bine çıkar. Bir hayır “Bir daneye benzer ki, ondan yedi başak sümbüllenir. Her bir başakta da yüz dane bulunur. (Bakara Suresi, 261)” hükmüne geçer.

İşte şu nüktedir ki, ya fikren veya ruhen uyanmışlara, ağlamaya hahiş vermiştir. Bir bahane ile ağlarlar, tevbekar olurlar. Lakin, minare başında olan akıl, kalib-i kalb dibinde bulunan sebebini iyi göremiyor.

Elhasıl: İslam uyandı ve uyanıyor. Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşairini tevbekar eden, işte bu sırdır. Hem de bütün İslam yavaş yavaş bu istidadı almakta ve kesb etmektedir. Lakin, sizler bedevi olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz, oldukça bozulmamış olduğundan, İslamiyetin kudsi milliyetine daha yakınsınız. (7)

Milliyet fikrinin insanı harekete geçiren gücünün farkında olan Bediüzzaman, bunu şöyle ifade eder:

“Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için, uzaktan gelen taaffün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdadı görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz olan meşrutiyeti takviye için, fikr-i milliyeti haffar yapıp, marifet ve fazileti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngan atınız; ta bir kemalat pınarı bizde de çıksın. Yoksa daima dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez.” (8)

Bediüzzaman’ın “fikr-i hürriyet milliyetin pederidir” (9) sözü bu açıdan meşrutiyet ile milliyet arasındaki ilişkinin son derece dikkat çekici bir yorumudur. Meşrutiyetin sade ferdi oy verme suretiyle fikrini açıklama ve karar verme sürecine dahil etme keyfiyeti, milli aidiyetin siyasi katılım boyutunu nazara verir. Bu milli aidiyet İslam’la tanımlandığında İslami hamiyet milliyete asıl rengini verecektir:

Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, alem-i İslamın efkarında öyle bir tahavvül-ü azim ve inkılab-ı acip ve terakki-i fikri ve teyakkuz-u tam intaç etmiştir ki, bahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu. Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslamiyet’in cevher-i nuranisi tecelliye başladı. İslamiyet’in ihtizazını ihbar etti ki, her bir müslim, cüz-ü fert gibi başıboş değildir. Belki her biri, mürekkebat-ı mütedahile-i mütesaideden bir cüzdür. Sair eczalarla cazibe-i umumiye-i İslamiye noktasında birbiriyle sıla-i rahimleri vardır. Şu ihbar bir kavi ümit verir ki, nokta-i istinad, nokta-i istimdad gayet kavi ve metindir. Şu ümit, yeisle öldürülen kuvve-i maneviyemizi ihya etti. Şu hayat, alem-i İslamdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek, umum alem-i İslam üzerine çökmüş olan istibdad-ı manevi-i umuminin perdelerini parça parça edecektir. (10)


DİPNOTLAR:

  1. “Asabiyet-i cahiliyye, birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslamiye ise, nur-u imandan in’ikas edip dalgalanan bir ziyadır. “Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı 2, Mesnevi-i Nuriye, İstanbul: Nesil Yayınları, 1996, s.1323.

  2. “Hem bizde ibtida-i Hürriyet’te, -Babil kal’asının harabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen “teşa’ub-u akvam” ve o teşa’ub sebebiyle dağılmaları gibi- menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pekçok “kulüpler” namında sebeb-i tefrika-i kulub, muhtelif milletçiler cem’iyetleri teşekkül etti.” Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı 1, Mektubat, İstanbul: Nesil Yayınları, 1996, s. 499.

  3. Şükran Vahide, Islam in Modern Turkey. An Intellectual Biography of Bediuzzaman Said Nursi, Albany: State University of New York, 2005, s. 87.

  4. Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediiyye, Abdulkadir Badıllı, Der. İstanbul: Elmas Neşriyat, 2004, s. 335-36.

  5. “Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar; ta ki, parçalayıp onları yutsunlar.” Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı 1, Mektubat, İstanbul: Nesil Yayınları, 1996, s. 499.

  6. “Onun için uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir.” A.g.e., s.499. Bu tartışma için bk. Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediiyye, Abdulkadir Badıllı, Der. İstanbul: Elmas Neşriyat, 2004, s. 384-391.

  7. Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediiyye, Abdulkadir Badıllı, Der. İstanbul: Elmas Neşriyat, 2004, s. 338-39.

  8. A.g.e., s. 305.

  9. A.g.e., s. 315.

  10. A.g.e., s. 316-317.

    - See more at: http://www.risaleajans.com/nur-alemi/bediuzzaman-ve-milliyetcilik-kavrami#sthash.lnygnyMg.dpuf

Kaynak: Risale-i Nur Enstitüsü

  04.09.2013

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut