Kendimizi öldürmeyelim

Oktay Gökkoca

Kardeşlerimizin etini dişlemeyi bırakmayı, önce kendi insanlığımızın ölmediğini göstermek adına yapmalıyız. Zira âyet öyle diyor. “Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten (dişlemekten) hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz”. Tiksinmiyorsak bu işten, önce biz ölmüşüz demektir.


BAZI HADİSLERDE dikkatimi çeken bir nokta vardır. Bu bazı hadislerde Peygamber aleyhissalâtü vesselam sahabelere bir hakikati anlatmak, öğretmek istediği zaman şunu şunu “biliyor musunuz?” şeklinde bir üslup kullanmış. Sahabelerin peygamberimize gelip öğrenmek istedikleri bir hususu sormaları dışında; ortada böyle bir talep bulunmadığı durumlarda peygamberimizin bu üslubu kullanmasının ince bir detay barındırdığını düşünüyorum. Peygamber efendimizin öğretmek istediği bir şeyi doğrudan anlatmaya başlamak yerine şunu biliyor musunuz? diye sorarak söze başlamasından, sahabelerde öğretilecek meseleye dair bir merak ve ihtiyaç oluşturmak istediği anlaşılıyor. Bu şekilde sahabeler hem anlatılacak şeye merak duyarak aklen ve kalben öğrenmeye hazır bir iklime giriyorlar, hem de peygamberimiz bir şeyi anlatmayı arzu ettiğine göre o şeyin artık onlar için mutlaka öğrenmeleri gereken bir mesele olduğunu anlıyorlar. Dolayısıyla bu şekilde ihtiyaç durumunun da hâsıl olmasıyla merak duyguları daha da artıyor.

Buna ilave olarak söz konusu hadislerde dikkatimi çeken başka bir husus, peygamberimizin “biliyor musunuz?” sorusuna, sahabelerin konuya dair bir fikir beyan etmek yerine “Allah ve Resulü (daha iyi) bilir” şeklinde karşılık vermeleridir. Bu cevap, peygamberimizin arkadaşları olarak sahabe efendilerimizin tabir yerindeyse kalitelerini ortaya koyan detaylar içeriyor. Birincisi, konu hakkında bir fikirleri olsa dahi Allah ve Rasulü “daha iyi” bilir diyerek O’ndan gelecek olana itimatlarını izhar ediyorlar. İkincisi bu cevapla, O’ndan önce fikir beyan etmeyerek O’na karşı olan saygı ve hürmetlerini te’kid ediyorlar. Üçüncüsü vakit kaybetmeden, konuyu uzatmadan ve dağıtmadan, anlatılmak isteneni öğrenmeyi arzu ediyorlar ki, bir an önce bununla amel edebilsinler.

Bir mü’minin bence mutlaka bilmesi ve amel etmesi gereken, bu tarzdaki hadislerden birisi de peygamber efendimizin gıybeti tarif ettiği şu hadis:

Resulullah (s.a.v) buyurdular ki;

Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz? Allah ve Resulü daha iyi bilir dediler. Bunun üzerine : Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır açıklamasını yaptı. Orada bulunan bir adam: Ya benim söylediğim onda varsa, bu da mı gıybettir? dedi. Aleyhissalâtü vesselam, eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun. Eğer söylediğin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun demektir.

Bu tarife göre bir kardeşimiz hakkında başka birilerine anlattığımız şeyin gıybet olup olmadığının ölçüsü, o kardeşimizin, hakkında konuşulan şeyden hoşlanıp hoşlanmamasıdır. Hadisin ikinci kısmından anlaşıldığı üzere söylenenin doğru olup olmaması değildir. Doğru olması zaten gıybet olması için yeterlidir. Yalan olması gıybetle birlikte bir de iftiradır.

Bediüzzaman gıybet hakkındaki risalesinde bu hoşlanmama meselesine mekânsal bir boyut katar. Böylece kendimizi gıybet edilenin yerine koyacağımız bir empatiye de davet ederek gıybet hadisini şöyle tefsir eder. “Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı.”

“Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi” cümlesinde gıybet edilenin durumuyla ilgili iki ihtimal var. Birincisi, gıybet edilirken orada bulunur ancak habersizce, mesela kapı arkasından konuşulanları duyar. İkincisi, gıybetini eden ve dinleyenlerle beraberdir ve bu şekilde işitebilir. Gıybet meselesini bu şekilde ele almak bizi empati yapmaya yönlendiriyor. “Ben doğruyu söylüyorum, yüzüne de olsa söylerim” diyerek, yaptığımız çirkin iş hakkında kendimizi temize çıkarma kolaycılığına kaçmamamızı öğütlüyor. Çünkü her iki durumda da kişinin mahremi olan ve başkalarına anlatılmasından hoşlanmayacağı bir şeyin üçüncü şahıslara anlatılması, insanın izzetine yapılmış rencide edici bir saldırıdır, sırrımızın ifşasıdır, şerefimizin, namusumuzun başkaları nezdinde itibarsızlaştırılmasıdır. Kendimizle ilgili hoşlanmayacağımız şeylerin, birileri tarafından başka birilerine anlatılışını kapı arkasından dinlerken hayal edelim kendimizi. İçine gireceğimiz ruh halini anlayabilmek için başka söze gerek kalmayacaktır. İkinci durumda, yani konuşulan ortamın içinde olsak dahi bu hal, bizi rencide etmeye, öfkelendirmeye yetecektir.

Hadisteki değinmek istediğim bir başka husus da, peygamberimiz gıybetin tarifini yaptıktan sonra sahabeden birinin sorduğu soruyla, bizim, gıybet ederken uyarıldığımızda verdiğimiz tepki arasındaki fark. Sahabenin, “Ya benim söylediğim onda varsa, bu da mı gıybettir” diye sorarak işin hakikatini tam olarak öğrenmeye yönelik gayretine karşılık biz, “gıybet ediyorsun, yapma” şeklindeki bir ikaza karşı “ama ben doğruyu söylüyorum” diyerek savunmaya geçiyoruz. Halbuki meseleye sahabe gibi yaklaşıp, gıybetin tanımını bilmesek dahi, bu şekilde kendimizi temize çıkarmak yerine “doğru söylesem de bu gıybet olur mu? diye sormamız gerekmez mi?

Gıybet, dilin âfeti. Yıkan, yakan, öldüren, söndüren. Kardeşliği, dostluğu yıkan, ameli yakan, vicdanı, insanlığı öldüren, muhabbetin, merhametin kalblerdeki ışığını söndüren bir âfet.

Gıybet etmek, elinden, dilinden emin olunması gereken mü’mine yakışmayan, müslüman olmayan bir fiil. Aynı zamanda Kur’an’da ölü kardeşinin etini yemiş olmak gibi tiksinti verici bir fiile eşdeğer tutulan gıybet, bütün bunlara rağmen en büyük ahlâkî problemlerimizin başında geliyor.

Maalesef ehl-i din olarak bizler de bu ahlâkî problemden münezzeh değiliz. Gıybetin ne olduğunu bilmediğimizden değil elbet. Namaz kıldığımız, oruç tuttuğumuz, diğer müspet ibadetleri yaptığımız halde gıybetin ehl-i dinin dünyasında halledilmiş bir mevzuu olduğunu söylemek güç.

Evde, işyerinde, arkadaş sohbetlerinde bir günde konuştuklarımızı kayda alıp, sonra hadisin yaptığı tarifi ölçü alarak baştan sona dinlesek, gıybetin hayatlarımızda tuttuğu yerin büyüklüğünü rahatlıkla anlayabiliriz. Peki neden böyle olmaktadır? Namazlarımız, Hz. Şuayb aleyhisselamın ölçüde ve tartıda adaleti; dolayısıyla kul hakkına riayeti emreden namazına benzemediği için mi? Ya da oruçlarımız, Hz. Meryem’in orucundan bir hisse alıp dilimizden haram sözün çıkmasına mani olmadığı için mi? En azından kendi namazım ve orucum adına elbette bunların gıybet hastalığından kurtulamayışımıza bakan bir yönü vardır.

Fakat meselenin bir başka yönü daha var.

Mesela midenin orucu kolay. Çünkü yememek içmemek tek kişilik fiiller. Ya gıybet orucu? O niye zor? Çünkü gıybet, insanın kendi kendine yaptığı tekil değil işteş bir fildir. Gıybette söyleyen olduğu gibi bir de dinleyen var. Hatta söylemek istemesen dahi dinlemeyi talep edenler var. Söyledikçe dinlenen, dinlendikçe söylenen sosyal bir boyutu var gıybetin. Söyleyenle dinleyenin birbirini yoldan çıkararak, karşılıklı üfledikçe ateşinin çoğaltıldığı bir tarafı var. Bu nedenle gıybet kişisel olmanın ötesinde toplumsal bir ahlâk problemidir. Madem gıybeti hem yapmak, hem dinlemek haramdır. Öyleyse mü’mine yakışmayan bu fiili hayatlarımızdan çıkarmak için kişisel çabalarımızla birlikte kollektif bir gayret gerekiyor.

Peki ne yapabiliriz? Yakınlarda, sıkça bir arada olduğumuz birkaç kardeşle, birbirimizi ve başka kardeşlerimizi dilimizin âfetinden korumak için bir karar aldık. Kısa ve öz; birimiz gıybet tarifine giren bir söze başladığı anda diğerleri onu ikaz edecek ve susturacak. Gıybet sayılmayan haller dışında “ama”lara, “fakat”lara hiç prim vermeden. Biz faydasını görmeye başladık. Ben de bu dertten muzdaribim diyenlere nâçizâne tavsiye ederim.

Kardeşlerimizin etini dişlemeyi bırakmayı, önce kendi insanlığımızın ölmediğini göstermek adına yapmalıyız. Zira âyet öyle diyor. “Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten (dişlemekten) hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz”. Tiksinmiyorsak bu işten, önce biz ölmüşüz demektir.

Kendimizi öldürmeyelim.


oktaygokkoca@hotmail.com

  17.07.2013

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut