Şaka Şaka!

Oktay Gökkoca

YAKIN ZAMANDA hadis külliyatını karıştırırken “şaka yapmak” başlığına takıldı gözüm. Başlığın altındaki tüm hadisleri okuduktan sonraki tepkim şu oldu: “Ama bunlar şaka değil ki.” Sonra, birkaç yıl önce bir internet sitesinde peygamberimizin şakaları başlığı altındaki hadisleri okuduğumda da aynı tepkiyi verdiğim geldi aklıma.

İşte o hadislerden ikisi:

Enes (r.a) anlatıyor: "Bir kadın Peygamber (s.a.s)'e gelip şöyle dedi: "Bizi bir deveye bindir!” Resûlullah da: "Sizi devenin yavrusuna bindireyim” buyurdu. Kadın "biz deve yavrusunu ne yapalım? (ona binilmez ki) deyince Hz. Peygamber: "Her deve yavrudur, yani onu da başka bir deve doğurmuştur.” buyurdu.

Enes (r.a)’ın anlattığına göre, yaşlı bir kadın Resûlullah'a gelmiş ve cennet'e gidebilmesi için ona dua etmesini rica etmiştir. Allah Resulü'nün ona: "Hiçbir ihtiyar kadın cennet'e girmeyecektir!" demesi üzerine kadın üzülerek ağlamaya başlamıştı. Bunun üzerine buyurdu ki: "O gün sen ihtiyar olmayacaksın ki. Yüce Allah: 'Biz onları yeniden inşâ etmişiz, onları bâkireler yapmışızdır' (56/Vâkıa, 35-36) buyurmuştur.

Şimdi bunlar şaka mıydı? Halbuki ben şakayı böyle öğrenmemiştim. Bizim şaka diye bildiğimiz, nitelendirdiğimiz sözlerde illa ki az da olsa bir abartma ya da eksiltme olurdu. Ya abartmayla birşeyler ilave ederdik doğruya, ya da eksiltirdik “doğru”dan. Veya şaka, hakikatte hiç olmayan bir şeyi varmış gibi göstermekti bize göre. Yalandı yani. Beyaz bile olsa, küçük bile olsa yalandı. Yoksa neden birine şaka yapıp, sonra da aldığımız tepki üzerine durumu toparlamak için “şaka şaka!” diyorduk ki? “Şaka şaka! İnanma hemen..”

Halbuki bir defasında sahabeden bir kısmı “Ey Allah’ın Resulü! Sen de şaka yapıyorsun demişlerdi de O “şurası muhakkak ki şaka da olsa ben sadece hakkı söylerim!” buyurmuştu.

Öyleyse ya bizimkiler şaka değildi ya da peygamberimizin söyledikleri. İkisi arasında yer ve gök arası kadar mesafe vardı çünkü. Kizb ve sıdk kadar fark vardı.

Doğrunun ve yalanın arasındaki mesafenin azalıp omuz omuza geldiği şu zamanda, El-Emin’in (s.a.v) ümmeti olarak bizlere düşen bu mesafeyi tekrar açmak. Şahsi hayatlarımızdan başlayıp toplumsal hayatlarımıza kadar yayılacak bir sıdk talimine ihtiyacımız var. Bunca ayrılığın, gerginliğin, güvensizliğin, küskünlüğün, umumi musibetin arkasında kusur ve hata olarak bizim payımıza düşen bir şey yok mu?

Bundan yüz yıl önce, inkıraza doğru ilerleyen bir büyük devletin son demlerinde Bediüzzaman’a sorulan soru ve karşılığında alınan cevaplara bir daha bakalım.

Sual: Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?

Cevap: Doğruluk.

Sual : Daha?

Cevap: Yalan söylememek.

Sual: Sonra?

Cevap: Sıdk, ihlas, sadakat, sebat, tesânüd.

Doğruluk, yalan söylememek, sıdk. Üç ayrı cevapta da farklı kelimelerle aynı ahlâki ölçü vurgulanıyor. Ve sıdkın devamında ihlas, sadakat, sebat, tesânüd. Son kelime tesânüd. Sıdkın hakkıyla yaşanmadığı bir toplumda herkesin birbirinden emin olması, birbirine güvenmesi, dolayısıyla tesânüd/dayanışma ne kadar mümkündür?

Bu soru-cevaptan yüz yıl sonra şimdi aynı soruyu biz soralım:

Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?

Cevaplar bugün de aynı. Hele bugünlerde; doğrunun eğilip büküldüğü, manipüle edilip ters yüz edildiği yalan haberlerle, bütün bir milletin huzur ve selametinin heba edilmek istendiği bir ortamda doğru söze olan ihtiyacımız daha da belirginleşiyor.

Büyük yalanlar, küçük yalanların beyaz sayılıp aklandığı bir ortamda daha rahat ve kolay söylenir oluyor. Öyleyse şakalarımıza daha bir dikkat! Hem yalanın küçüğü de büyüğü de aynı tarafta yer alıyor. Yalan, adı şaka olunca da mü’mine yakışmıyor.

Sıdk talimimize buradan başlamaya ne dersiniz? En kolay görüneninden, şakalarımızdan.

  12.06.2013

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut