BEYRUT'TA, ORTA sınıfa mensup vasat bir Lübnanlı Katolik aile içinde doğup büyüdüm. Savaş sırasında iki yıl Lübnan'dan ayrılmak zorunda kaldım ve liseyi İngiltere'de bitirdim. Ondan sonra da New York'taki Columbia Üniversitesine gittim. Bu üniversitenin Edebiyat Fakültesinden mezun olduktan sonra Lübnan'a döndüm ve eski okulumda öğretmenlik yaptım. İki yıl sonra tekrar Lübnan'dan ayrıldım. Bu, birincisinden daha yürek burkucu da olsa da, kendi isteğimle gerçekleşen bir ayrılıştı. Savaşın mahvettiği ülkemden ayrılıyor, fırsatlar bulacağım yeni bir ülkeye gidiyordum. Moralim bozuktu ve ruhî bakımdan da tam bir açmaz içindeydim. Amcamın desteğiyle, lisansüstü araştırmalar yapmak üzere yeniden Columbia Üniversitesine döndüm. Lübnan'dayken, Hıristiyanlık inancının kuralları olarak bildiğimiz şeylere uygun şekilde yaşamayan, yalnızca kağıt üstünde Hıristiyan bir insan olduğumu farketmeye başlamıştım. O günlerden itibaren, bulabildiğim her fırsatta, ne pahasına olursa olsun, düşüncemdeki Hıristiyan standartlarına uygun şekilde bir yıl yaşamak için elimden geleni yapmaya karar vermiştim. Bu zorlu işe Columbia'dayken giriştim. Bir lisansüstü öğrencisinin hayatında, manevî ve entellektüel araştırmaları yapacak kadar bol boş zaman vardır. Bu süreç içinde bol miktarda okudum, tefekküre daldım, ve hidayet bulmam için içtenlikle dua ettim. Hayatım harfi harfine kiliseyle kütüphane arasında geçiyordu, ve bu tecrübeme engel olacak herşeyden, özellikle zamanımı ve konsantrasyonumu tehdit eden sosyal bağlantılardan veya faaliyetlerden yavaş yavaş kurtuldum. Kampüsü ancak annemi ziyaret ettiğim mutad aralıklarda terkettim. İslâm hakkında bilgi toplamaya koyulduğumda önüme bazı toplantılar ve tecrübeler çıkmıştı. Bursiyer öğrenci olarak gittiğim Paris'te Kur'ân-ı Kerîm'in hatim setini satın almıştım. New York'a döndüğümde ilk kez onu dinledim; dinlerken, müthiş güzelliğinin hazzına vararak, mealini de okuyordum. Hıristiyanlarla ilgili âyetlere özel bir dikkat gösterdim. Okurken beni cezbeden bir aşinalık hissediyordum, çünkü burada serdedilen kelâmlarÑbazı 'tehdit âyetleri'ne fena halde bozuluyor olsam daÑşüphesiz ki dualarımda dile getirdiğimin aynısıydı. Bir müddet geçtikten sonra Kur'ân'ın semavî kaynaklı olduğuna kani oldum ve o zamandan itibaren, benim yolumun bu olduğunu anladım. Aynı zaman zarfında birçok kitabı birlikte okuyordum. Bunlardan ikisi Martin Lings'in Life of Muhammad"i (Hz. Muhammed'in Hayatı), diğeri de Feriduddin Attar'ın Farsça Esrarnâme'sinin Fransızca çevirisi idi. Lings'in A Sufi Saint of the Twentieth Century (Yirminci Yüzyılda Bir Velî) adlı kitabında Şeyh Ahmed Alevî'ye dair anlatımı, benim için son derece ilham verici oldu. Bu son kitabı bitirmeden Müslüman oldum. Ne var ki daha da ileriye gittim. Geçmişte sabah ve akşam İncil okuyor olmama ve hayatımda önceleri bir manevî dev olarak belirmiş olan Saint Augustine'in eserlerinin orijinal Latince nüshaları üzerinden yaptığım araştırmalarıma rağmen, daha önceki dine dair tecrübelerimÑyukarıda sözünü ettiğim son okuduklarıma kıyaslaÑalfabeyi öğrenmek mesabesindeydi. Belirli manevî alışkanlıklaraÑözellikle Kiliseye kabul ayini ve duayaÑbütünüyle bağımlı biçimde yetişmiş olan, neredeyse onlar olmaksızın yaşayamaz durumda bulunan biri olmama rağmen, insana büyük bir ruhî tatmin duygusu vaad eden İslâmî namaz tarzına yakın bir ibadet türüne neredeyse can atıyordum. Ve, bana daha ileri bir istikameti gösteren yanılmaz işaretlerim, alametlerim de vardı. Onlardan birini, samimiyetine binaen, yüzde patlayan bir şamar addettim: Mahallemizdeki bir papaza İslâm'ın beni cezbettiğinden bahsedince, bir papaz olarak vermesi gereken cevabı verdi, ne ki sözlerini 'Allahuekber' diyerek bitirdi. Papaz, İtalyan asıllı bir Amerikalı olarak, 'Allahuekber' diyordu. Hayret! Bu zaman zarfında iki New York camisine gittim. Ne var ki, bu camilerin imamları benimle İncil'i ve Orta Doğu çatışmasını konuşmak istediler; oysa ben onların benimle nezaketli bir sohbette bulunacaklarını sanıyordum. Onların beni kendilerine getiren şeyin ne olduğunu bilmediklerini farkettim, ancak niyetimi açıklayacak bir fırsat ve cesareti de kendimde bulamadım. Sonra kalkıp eve gittim ve kendi kendime şöyle dedim: Bir gün daha geçti ve sen hâlâ Müslüman değilsin! Nihayet, Columbia'daki bir Müslüman öğrenci grubuna gittim, niyetimi açıkladım, ve kelime-i şehadet getirdim: "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden resûlullah." Bu öğrenciler bana abdesti ve namazı öğrettiler, onlar arasından değerli bir arkadaş edindim. Bu günler, hayatımın nurlu harflerle yazılmış günleri oldu. İhtida edişimde, başka bir yakın arkadaşımın da rolü olmuştur. Sadık bir Amerikalı Hıristiyan olan bu arkadaşım benden yıllar önce İslâm'a girmişti. O günlerde, içine düştüğüm aptalca bir gururla, bir Amerikalının Arapların dinine girmesinin yanlış olduğu kanaatindeydim. Öte yandan, bir Arap olarak kendim İslâm konusunda tam anlamıyla cahildim ve İslâm'a karşı olma noktasında katır gibi inatçıydım. Bu arkadaşımın benim üzerimde iki açıdan büyük bir etkisi oldu: hem kültürel bakımdan, hem de manevî bakımdan. Kendisi dürüst ve hakperest bir insandıÑki hâlâ öyledir. Böyle birinin İslâm'a yönelişi benim için çok önemli birşeydi. Ayrıca, Lübnan'da aldığım ilk eğitimin, Beyrut'un ortasında ve iki dinden de insanların bulunduğu bir çevrede yaşamış olmama rağmen, beni İslâm'dan dikkatli bir biçimde uzak tutmuş olduğunun farkına vardım. Babamın ve dedemin Cizvit okuluna gidiyordum. Sözünü edeceğim şu hadise, Allah'ın birine vermeye karar kıldığı bir nimetten dönüşün mümkün olmadığının bir delilidir. Bir vakit, ben oniki yaşındayken, tuhaf bir din dersi öğretmeni, bizden ödev olarak Fatiha'yı ezberlememizi istedi. Eve gittim ve ödevi yaptım. Ve bu hadise, hayatım boyunca beni bırakmadı. Ebeveynlerin şikâyeti üzerine o öğretmeni okuldan attılar. Veliler, "Biz çocuklarımızı bir Hıristiyan okuluna Müslümanların dinini öğrensin diye göndermiyoruz" diyorlardı. Ne var ki, sadık Hıristiyan yurdunun tam da göbeğinde, hem de göklere çıkartılan bir okulda bir tohum ekilmişti bir kere. Ve şimdi burada, Birleşik Devletlerde, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın dininin kapısını çalıyordum! Kelime-i şehadet getirdikten günler sonra, hocam ve de yolumun ışığı olan Trabluslu Şeyh Hişâm Kabbânî ile karşılaştım. Bundan sonra da, onun da hocası olan Kıbrıslı Şeyh Nâzım el-Hakkânî ile tanıştım. Allah onlardan razı olsun ve onlara uzun ömürler versin. Onların vasıtasıyla, annem de İslâm'a girdi. İki kardeşim ile üvey babamın da Allah'ın engin keremine kavuşacaklarını ümit ediyor ve bunun için her gün dua ediyorum. Allah'ın salât ve selâmı Hz. Peygamber'e, âline, ashabına olsun, ve bütün peygamberlere olsun.