Yaprağın düşü(rülü)şü

Oktay Gökkoca

Anladım ki arkadaşım, kimselere haber etmeden başladığı yolculuğuna kendi yürüyüşüyle çıkmıştı ama yaprakla tanıştıktan sonra yürütüldüğünün şuuruyla geri dönmüştü.


BİR SÜREDİR görünmüyordu. Son zamanlarda endişelenmeye de başlamıştım. Başına bir iş mi gelmişti. Aramamıştım da. Ama yine de merak etmiştim. Bir gün hiç beklemediğim bir anda yanımda beliriverdi. Selam dedi. Aleyküm selam.

Nerelerdeydin, insan bir haber verir. Gidiyorum demedin, bari gittim şuradayım deseydin. Her neyse işte yine buradasın. Çok şükür hayattasın. Sen de hiç arayıp sormadın ama dedi. Neredeyse vefasızlıkla suçlanıyordum. Doğrusu haklıydı.

Nereye neden gitmişti, sonra ne olmuştu da şimdi yeniden gelmişti bilmiyorum. Sormak istedim, soramadım. O da anlatmak istemiyordu sanki. Anlatsa tüm kelimeler israf olacakmış da bunun günahını yüklenmek istemiyormuş gibi baktı yüzüme. Yorgundu ama yüzünde, sırtındaki yükü teslim etmesi gereken yere indirdikten sonra yere oturup bir taraftan elinin tersiyle alnının terini silerken diğer taraftan derin bir oh çeken hamalın tebessümü vardı. Tebessüm ne güzel şeydi. Kayıtsız kalamadım. Kendimi ona bakarken tebessüm ediyor halde yakaladım.

Bir süre sustuk. Sonra, biliyor musun dedi, şu yaşıma geldim “O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez” kelâmını o kadar duydum, o kadar okudum ama elime bir kez olsun bir yaprağı alıp sen misin O bilmeksizin yere düşmeyen şey diye sormamıştım. Sonra devam etti.

Buraya gelirken dedi, patika bir yoldan geçtim küçük adımlarla yürüyerek. Yolun her iki tarafında heybetli çınar ağaçları sıralanmıştı. Yol, ağaçlardan düşen iri yapraklarla örtülüydü. Ağaçları boyayan fırçadan yola damlayan boya, toprağın rengine uyum sağlamaya çalışıyordu. Çınarlar henüz tüm yapraklarını dökmemişti. Ağaçlar ve yol sarıdan kızıla, kızıldan kahverengiye uğrayan hüzün renkleriyle bezenmişti. Bir de hâlâ ağaçlardan yere düşmekte olan yapraklar vardı. Yürüdükçe ayaklarımın altından kurumuş yaprakların çıtırtıları geliyordu. Ürperdim bir an. Sanki farkında olmasızın ayaklarımla onlarca cana kıyıyormuşum gibi bir iç sızısı saplandı yüreğime. Durdum. Yürümek gelmedi içimden. Belki de bir suçluluk duygusunun ağırlığıydı ayaklarımı yerden kaldırmayan. Başımı yukarıya çevirdim. Dalından yeni ayrılmış bir yaprağın düşüşüne takıldı gözlerim.

Bir taş gibi ya da başka herhangi bir katı cisim gibi hızlı, keskin ve ani hareketlerle yapmıyordu inişini. Lisede fizik dersinde öğrendiğimiz kolayca formüle edilmiş, başlangıcı belliyse sonu da hemen kestirilebilir, hesaplanabilir atış ya da düşüş hareketlerine uymuyordu yaprağınki.

Hafifçe esen rüzgâra kendini bırakmış, az sonra boşluğun hangi noktasında olacağı kestirilemez bir halde, bir sağa bir sola, kâh sapı aşağı, sapının karşısındaki sivri ucu yukarı, kâh bunun tam tersi manevralarla simetrik olmayan çizgiler çizerek düşüşüne devam ediyordu. Belli ki hiç telaşı yoktu. Ne az önce ayrıldığı dalın hasreti onu yakıyordu, ne de birazdan kavuşup bir süre sonra bağrında çürüyeceği toprağın karanlık yüzündeki belirsizlik onu korkutuyordu. Yuvasından kopup ayrılırken geride bıraktıklarını da, eninde sonunda gideceği “yer”dekileri de, bu ikisi arasındaki yolculuğunu da emin bir ele emanet ettiği, geçmiş ve gelecekten ziyâde ânı yaşadığı her halinden belliydi. Rüzgârın nereden estiği, neden estiği hiç umurunda değildi. Bir sonraki hareketi ve nereye gideceği kendince meçhul olan o mu’cizevî inişine dünyanın en keyifli işini yapıyormuşçasına devam etti. “Huz mâ safa dâ mâ keder” (Keder vereni bırak, huzur verene bak) hakikatini benden çok önceleri ders almıştı.

O, ayrıldığı yuvası ile benim durduğum yer arasındaki kısacık mesafeyi bast-ı zamanla uzatırken, ben, bakışlarım başka hiçbir yere kaymadan onu izleyerek nereye düşeceğine dair tahminler yaptım. Bir müddet sonra tahmin ettiğim yerlerle en alâkasız bir noktada toprakla buluştu. Tam buluştu denemez aslında. Kendinden önce benzer bir yolculuk yapmış birkaç hemcinsinin üzerine inmişti. Düştüğü yere doğru ilerledim, eğildim. Sağ elimle sapından tutup sol avucuma koydum. Ne tamamen sarıydı, ne kızıl, ne de kahverengi. Bedeninin hâlâ sarı olan sapına yakın kısımları tazeliğini korurken, ortasındaki kızıldan uçlarındaki kahverengiye doğru uzayan damarları daha bir belirginleşmişti. Artık tümüyle kahverengiyle boyanmış sivri uçları dünyadan tümüyle elini eteğini çekmiş bir münzevî gibi içe doğru kıvrılmış, başka bir dünyanın eşiğinde bekliyordu.

İşte o an biri kulağıma üflemiş gibi sordum yaprağa, sen misin o dedim, O bilmeksizin düşmeyen. Bekledim ama verdiği cevabı duyamadım. Her şey kendine has diliyle O’nu tesbih eder diye duymuştum bir yerlerde. Yaprak da, yaprak diliyle veriyormuş meğer cevabını da ben anlamamışım. Bu aklıma gelince tekrar sordum aynı soruyu kendi dilimle, o kendi diliyle cevapladı. Galiba bu sefer duymuştum. Sen benim düştüğümü zannediyordun belki ama ben düşürülüyordum. Dikkat etmedin mi beni seyrederken, telaşsızlığıma, teslimiyetime?

Geldiğinde fark etmemiştim ama anlatacaklarını bitirdikten sonra dikkatimi çekti. O yaprak hâlâ sol elindeydi. Anladım ki arkadaşım, kimselere haber etmeden başladığı yolculuğuna kendi yürüyüşüyle çıkmıştı ama yaprakla tanıştıktan sonra yürütüldüğünün şuuruyla geri dönmüştü. Yüzündeki tebessüm de bu yüzdendi.

Her neyse. İşte yine buradasın. İyi ki geldin, çok şükür hayattasın.


oktaygokkoca@hotmail.com

  20.05.2013

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut