Kendini arayanlara / kaybedenlere el-Fatiha

Oktay Gökkoca

Neden, insanı, kâinatı ve hayatı bütünüyle kuşatan, tüm çıkmazlarımıza çıkış, tüm dertlerimize şifalar sunan bir dinin mensubu iken biz de bölüyor, parçalıyor, her şeyin birbiriyle irtibatını koparıyor, böylece her biri ayrı ayrı anlamsız hale gelen parçalarımıza başka başka mecralardan anlam devşirmeye çalışıyorduk? İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyetle kendimizi refere ederken, neden bunu yeterli bulmayıp, bir de milliyetçi, muhâfazakâr, sağcı, solcu, liberal veya feminist oluyorduk?


HER DİYARIN Sahibi olan Allah’ın mâlikiyetinden müstesna olmayan şu diyarda, eş-dost, arkadaş sohbetlerinde söz, siyasetin nüfuz ettiği bir meseleye ya da memleket meselelerinden birine geldiğinde, laf döner dolaşır kendimizi tanımladığımız kimlikler etrafında düğümlenir. Ya da biz kendimizi öyle bilmesek de başkalarının bizi etiketlediği kimlikler etrafında. Hayatı ve olayları anlamlandırırken, gördüğümüzü, duyduğumuzu tahlil ederken kullandığımız dil, esasıyla, usulüyle hep bu tanımlamaların kısır ve kusurlu dairesinde döner durur.

Kimilerine göre ya sağcıyızdır ya solcu. Solcu değilsek kesin sağcıyızdır. Kimilerine göre ise kapitalist, değilsek komünist ya da sosyalist, milliyetçi veya muhâfazakâr, değilsek sosyal demokrat veya liberalizdir. Bunlar birbirine zıt gibi görünen kavramlar iken kimileri ise kendini “milliyetçi” sosyal demokrat, muhâfazakâr solcu gibi idrak sınırlarımızı zorlayan sıfatlar zinciriyle vasıflandırır. İş böyle olunca kendisini herhangi bir kimlikle tanımlayan birinden, kendi düşünce ve inanç dünyası içinde istikametli olmak adına, her meselede birbiriyle çelişmeyen tutarlı tutumlar beklerken, bir dediği bir dediğini tutmayan, önce söylediği sonrakini yalanlayan fikirsel şizofren vak’alar dolaşır etrafta.

Böyle sözüm ona hayata dair bütüncül bir düşünce dünyası inşa etme iddiasında olan ana ideolojilere ilave olarak daha spesifik alanlara hapsolmuş, feminizmden greenpeace’e, hayvan hakları savunuculuğundan “fok balıkları ölmesin” isteyenlere kadar, hayata dair her şeyi bölüp parçalayan, kategorileştirip birbiriyle irtibatını koparan bir hak savaşçıları listesi uzayıp gider. Bölüp parçalar çünkü kadını savunurken erkeği bütün bütün kötü ilan eden, “doğal” hayatı korumak adına insanı neredeyse tümden unutan, fok balıklarının katledilmesi karşısında feryat figan iken Gazze’deki, Irak’taki, Suriye’deki ve dünyanın başkaca yerlerindeki çocuk katliamlarını es geçen bir merhamet ve adalet anlayışı ne kadar kuşatıcıdır ve ne kadar adildir?

Hakkını yemeyelim tüm bu saydığım ideolojiler, hak savaşçılıkları, bütün bütün batıl veya yanlış şeyler söylemiyor elbette. Hepsinin özellikle ortaya çıkış şartları ve gaye edindikleri hedefler itibariyle hakikat daneleri içerdiği, insan olmaya, ahlâka, vicdana dair sahih şeyler de söylediği muhakkak. Ancak hakikati bir bütün olarak kuşatma, ifrata ve tefrite düşmeden vasatı bulma noktasında hepsi eksik ve kusurlu, çoğu zaman hak ararken başka haklara haksızlık eder durumda.

Bütün bu dünyevîlik mührü taşıyan kavramların birçoğuna analık etmiş olan Batı’nın “medeniyet kurma” serüveni de aynı kusurlarla mâlûl. Avrupa, “kendi” ortaçağından; kilisenin ve dinin istibdâdından, tahakkümünden haklı olarak kurtulma macerasının sonunda mûtedil bir çizgiye ulaşamadı mesela. İfratı temsil eden kilise tahakkümünden ve bunun meydana getirdiği sosyal kokuşmuşluktan kurtulmak çaresini, aydınlanma felsefesinin karanlığında ve dinde reform işgüzarlığında aramış, bu defa da tefrite savrulmuş lâubali bir din anlayışı ile birlikte mukaddesâta tümden sırt çeviren bir Avrupa arz-ı endâm etmeye başlamıştı. Bununla da kalmamıştı. “Aydınlanma”nın meyvesi olan modernizmle Avrupa, buradan oraya yuvarlanmaya devam etmiş, bu sefer modernizmin kendisi bir tahakküm aracı haline gelmiş, bu tahakkümden çıkış yolu ise şimdilerde yeni bir savruluş olan postmodernizm olmuştu.

Neticede Batıdaki sırf aklın rehberliğinde benliğini ve varlığını anlamlandırmaya dair cevap arayışı, akla vehmî bir ilahlık verilmesiyle pusulasını kaybedip (ya da hiç bulamayıp) yolunu şaşırarak ya kayalara tosluyor ya da uçurumlara yuvarlanıyordu.

Ahirzamanın ya da modern zamanların müslümanları olarak bizlerin de hali, pusulamızı kaybettiğimiz günlerden beri aşağı yukarı Batıyla aynı istikametsiz istikametteydi. Haydi genelde Batı, özelde Avrupa belki hakikatin saf haliyle bir bütün olarak karşılaşmamış olmanın özrüyle bir miktar mâzur sayılabilirdi de, böyle bir özre sığınmaya hakkı olmayan biz müslümanların hali neyle ve nasıl açıklanabilirdi?

Neden, insanı, kâinatı ve hayatı bütünüyle kuşatan, tüm çıkmazlarımıza çıkış, tüm dertlerimize şifalar sunan bir dinin mensubu iken biz de bölüyor, parçalıyor, her şeyin birbiriyle irtibatını koparıyor, böylece her biri ayrı ayrı anlamsız hale gelen parçalarımıza başka başka mecralardan anlam devşirmeye çalışıyorduk? İnsaniyet-i Kübra olan İslâmiyetle kendimizi refere ederken, neden bunu yeterli bulmayıp, bir de milliyetçi, muhâfazakâr, sağcı, solcu, liberal veya feminist oluyorduk? İslam, emeğe de sermayeye de, birey olmaya da toplum olmaya da, kadına da erkeğe de, havaya, suya, toprağa, ağaca da kemâl derecesinde hakkını veriyorken, birini yüceltirken diğerini aşağılamıyor, birini var etmek isterken diğerini yok etmiyorken, böyle kemâlde bir din bize her şeyiyle yetiyor olması gerektiği halde neden bize kendini nasıl tanımlıyorsun diye sorulduğunda sadece müslüman olmayı yeterli görmüyorduk?

Galiba bir kimlik bunalımı yaşamaktayız. “Ben kimim?” sorusuna vereceğimiz, kendimizin de emin olduğu usturuplu bir cevabımız yok. Dolayısıyla bireysel olarak “ben kimim?” sorusuna kâmil bir cevap veremediğimizden “Biz kimiz?” sorusunun cevabı da ümmet olmuyor.

Oysa Kur’an’ın fatihası, bir yönüyle sonsuz bir hazinenin anahtarı, diğer bir yönüyle kendisi sonsuz bir hazine olan Fatiha suresi veya diğer bir tabirle Ümmül Kitap, insanlığın üç temel müşkülü olan “nereden geliyorum?, nereye gidiyorum?, ben kimim?” sorularına muknî ve mâkul cevaplar vererek pusulamızı, yönümüzü ve kimliğimizi bize geri verebilir. Ki bu sorulara cevap verecek yegâne aldatmaz ve yanılmaz kaynak Fatiha’nın da bir parçası olduğu vahy-i ilâhîdir.

Fatiha, her hayrın başı olan ve nihayetsiz hazineler barındıran Besmeleden sonraki ayeti “Elhamdü lillâhi rabbil alemin” ile halihazırda içinde bulunduğumuz şu âlem-i şehâdette bize sunulan, bunca hamd gerektiren nimetlerin Sahibini tanıttırır. Ki O, kimden kime giderse gitsin tüm hamdlerin kendine ait olduğu Rabbil'alemin’dir. Hem bütün nimetlerin, hem nimetlerle donatılmış tüm âlemlerin Rabbidir. Böylece, nereden geliyorum sorusuna, varlık nimetini de veren Âlemlerin Rabbi’nin ilminin, iradesinin, kudretinin tecellisiyle ilm-i ilâhîden alem-i şehâdete geldiğimiz cevabını buluruz.

Bir sonraki ayet Âlemlerin Rabbini “Errahmânir'rahim” olarak tanıtırken “Ben kimim?” sorusunun cevabına doğru yaklaştırır bizi. Rahmân ismi, ziyâde tecellisinin şehâdet âlemine bakması yönüyle, bir önceki ayetin vurguladığı, içinde var edilmenin de olduğu nimetler sofrasına âtıf yaparken, Rahim ismi, asıl tecelligâhının ahiret olması münâsebetiyle, bir sonraki ayette beyan edilen “Mâliki yevmiddin” hakikatine ulaştırır bizi. “Mâliki yevmiddin”, nereye gidiyorum sorusuna, hayrın ve şerrin ayrılacağı, hayır ve şerrin zerre miktar da olsa karşılığını bulacağı, her şeyin sonunda O’na döneceği, döndürüleceği bir güne işaret ederek cevap verir. Gittiğimiz yerin, din gününün Sahibi olan Allah’ın, Rahim isminin tecellisiyle bizi ebedi nimetlere gark edeceği bâkî bir hayat olduğunu müjdeler.

Kendini bilen Rabbi’ni bilir hakikati, eserden Müessire ulaştırırken, bu üç ayet, Müessirden esere giden bir yol izleyerek, kendini bilmek için de Rabbine ihtiyacı olduğunu hatırlatır insana. Zira O, hiçbir şeye muhtaç olmayan, ancak her şey, her şeyiyle O’na muhtaç olandır. Dolayısıyla “kendini bilmek ameliyesinin” varlığı bile O’nun varlığına ve küllî iradesine bağlıdır. İşte bu üç ayet insana, öncelikle Rabbinin kim olduğunu anlatırken zımnî bir kıyasla insanı da Rabbi karşısında konumlandırır. Bu üç ayet insanın “ben kimim?” sorusuna cevap verir. İnsan, yokluktan varlık âlemine çıkmak için Rabbil âlemin’e, varlık âlemine çıkarıldıktan sonra hayatını idâme ettirebilmek için Rahmân’a, ahirette hiçlik karanlıklarından ve cehennem azabından kurtularak ebedi saadette bâkî nimetlerle nimetlenmek için Rahim ve Mâliki yevmiddin’e muhtaç, en temel vasıfları ve geçer akçesi acz ile fakr olan bir mahlûktur.

“İyyâke na'budü ve iyyâke nestaîn”deki “biz”in kim olduğuna dair sorunun cevabı, ancak “ben kimim” sorusuna verilmiş doğru bir cevaptan sonra bulunacaktır. Ki, yalnızca Âlemlerin Rabbi’ne kulluk edeceğini ve yalnız O’ndan yardım isteyeceğini ilan edenlerin “biz” zamirini kullanması, bu soruların cevabına ulaşmış olmanın işaretidir. Zira “Elhamdü lillâhi rabbil'alemin” ile başlayan ilk üç ayeti ehadiyet eksenli bir nazarla okumak zımnî olarak “ben”im, vahidiyet eksenli bir nazarla okumak ise zımnî olarak “biz“in kim olduğunu öğretmiştir. Böylece fert olarak yaratılışımızdaki camiiyeti, ümmet olmaktaki küllî manayı ve bütün varlığın kendilerine mahsus dilleriyle yaptıkları ubudiyeti temsil adına, tüm acz ve fakrımızla O’na sunarız abdiyetimizi ve O’ndan isteriz/dileriz yardımı. İman bir intisabdır hakikatinin şuuruyla O’na olan bağlılığımızı ve bağımlılığımızı teyid ve te’kid ederiz.

Sonra böyle gaibâne bir bilmekten ve tanımaktan sonra Rabbini ve kendini/haddini bilmişler olarak hazırâne bir muhatabiyetle huzurunda istikamet talep ederiz Hâdî’den. “İhdinessırâtel müstakîm”le bizi doğru yola ulaştırmasını isteriz. Zira Rabbimizi her daim Rab, kendimizi her daim abd olarak bilmemiz için müstakîm bir hayat yolculuğuna ihtiyacımız vardır. Ve bu müstakîm yolu bizzat yürüyerek bize kılavuzluk yapacak olanların, kendilerine nimet verilen kimselerin rehberliğine. Ki onlar, sırat-ı müstakimî; ifrat ve tefrit uçurumlarından mahfuz kalarak vasatı hayatlarıyla gösteren, kendilerini takip edenleri de insan olmanın arş-ı kemâlâtına ulaştıran, insanlığın yıldızları olan enbiyalar, asfiyalar, evliyalardır. Onların, Rablerinin hidayetiyle ve himayesiyle yürüdükleri yolda yürümekle kendisinden beklenen kemâlât ufkuna erişebilir insan.“Sırâtallezîne en'amte aleyhim ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn” duasıyla, bu yolda yürürken sağa sola döndüğümüzde bizi kendine çağıran, cazip ve baştan çıkarıcı olması hasebiyle de nefislerimize hitap eden gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna meyletmemek için, yine Rahmân ve Rahim olanın yardımına ve himayesine ihtiyacımız olduğunu ilan ederiz.

Hülâsa Fatiha bize, Allah’ımızı Rabbil’alemin, Rahmân, Rahim ve Mâliki yevmiddin olarak tanıttırmakla, her şeyin hazinesinin O’nun yanında, her şeyin dizgininin O’nun elinde olduğunu, dünyevî, uhrevî tüm dertlerimizin şifasının, tüm çıkmazlarımızın çaresinin, O’nun bizlere lütfu olan İslâm’ın zamanlar ve mekânlar üstü muhtevasında mevcut olduğunu ima ederek yegâne melce’imizi bildirir. Rabbini böyle bilen ve imanının intisabıyla kendini ve tüm mevcudâtı yalnız O’na nispet eden biz müslümanların, dünyevî ideolojilerin, izmlerin tamamlayıcılığına ihtiyaç duymadan kendimizi tanımlayabilmemiz, yaşadığımız kimlik bunalımının şizofrenik etkisinden kurtulabilmemiz için Fatiha’nın rehberliğinde bir okumaya acilen ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Fatiha ki, onu günde en az kırk defa, dinin direği olan namazın içinde okumamız, biz müslümanların şahsiyetini ve kimliğini tespit ve te’kid adına daha bir önem arz ediyor kendini kaybeden/arayan biz mü’minlere.


oktaygokkoca@hotmail.com

  12.05.2013

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut