Arşiv

Bir Musibetle Gelen

1992'DE GÜZEL bir kız çocuğu dünyaya getirdim. Kızım, melek gibiydi; o güne kadar böylesine güzel bir bebek görmemiştim. Bebeğim doğdu. Ve aynı yılın Kasım ayında, bebek Tina, henüz beş aylık iken, SIDS olarak da bilinen Ani Bebek Ölümü Sendromu yüzünden öldü. Perişan halde ve çok öfkeliydim. Dünyada acı çeken bir sürü bebek varken Allah benim sapasağlam çocuğumu nasıl alabilmişti; anlayamıyordum. Bebeğin defin töreninde insanlar bana "Bir gün, cennette, onu tekrar göreceksin" diye teselli verdiler. Onlar bu iş garantiymiş gibi konuşuyorlardı ama, ben içimden "Benim cennete gideceğimi nereden biliyorsunuz?" diye sorup duruyordum.

İşte bulmuştum! Madem bebeğim cennete gitmişti, benim de kızımı tekrar görmemi mümkün kılacak cennetlik bir yol bulmam gerekiyordu. Hak dini bulmak üzere yola koyulmaya bu şekilde karar verdim. Bir Hıristiyan olarak büyütüldüğümden, önceden körcesine kabul edebildiğim bu dini artık hak din olarak kabul edebilecek durumda değildim. Cevaplara muhtaçtım; bana anlamlı gelen, hayatıma anlam getirecek birşeylere muhtaçtım.

İki yıl boyu, her gece aynı şey için dua ettim: "Sevgili Allah! Kalbimde olan şeyi zaten bildiğini biliyorum. Yüreğim kanıyor. Bebeğimi, doyasıya göremeden elimden aldın. Ona bir 'elveda' bile diyemedim. Onu tekrar görmek istiyorum. O yüzden, lütfen bana doğru yolu gösterebilir misin? Senin beni kendisine doğru yöneltmek istediğin yolu? Senin benden istediğin şeyin Hıristiyanlık olduğuna inanamıyorum. Hıristiyanlık bana hiç de anlamlı gelmiyor. Lütfen bana başlayabileceğim doğru dinin ne olduğunu göster. Ve bana, sayesinde daha çok bebeğe sahip olabileceğim bir koca gönder. Teşekkürler Allah'ım! Lütfen bebeğime iyi bak, ona benim onu sevdiğimi ve kendisini çok özlediğimi söyle!"

Bu duayı bitirir bitirmez gözyaşlarına boğulurdum.

İki yıl boyu, bu dualar içinde, birçok dini inceledim, ama hiçbiri ilgimi cezbedemedi. Allah'ın beni unutmuş olduğunu, benimle ilgilenmekten daha önemli işleri olduğunu düşünmeye başladım. Sonra bir gün, bir barda çalışıyorken, orada çalışan başka bir kadınla tanıştım. Arkadaş olduk. Bu kadın bana kendisinin 'Büyük Plan'ından söz etti. Bana, kendisi için bir ithalat-ihracat işi kurmak üzere Malezya'ya gidip gitmeyeceğimi sordu. Kendisi çocuklarını bırakıp gelemezdi. O yüzden, kendisi yerine Malezya'ya gitmemi istiyor; bütün masraflarımı karşılamanın ötesinde bir de ücret ödemeyi teklif ediyordu. "Ne zaman gideyim?" diye sordum.

Uçağa bindiğimde yalnızca iki valizim ve bir de para çantam vardı. Ve, benden istenen şeyin üstesinden nasıl geleceğime dair hiçbir bilgim yoktu. Bir tek, oraya gidince kalacağım yeri biliyordum. Öylesine heyecanlıydım ki!

Malezya'ya, Ramazan'ın ortasında gittim. Herkes bana karşı olabildiğine hoş bir davranış sergiliyordu; ve ben olabildiğine paranoid haldeydim. İnsanların bana saldırıp soygunculuk yapacaklarını, veya belki de başıma daha kötü şeyler gelebileceğini düşünüp durdum. Fakat insanlar yalnızca çok hoş davranmakla kalmadılar, yaptıkları yardıma karşılık ücret olarak hiçbir şey istemediler. Hayatımda hiçbir zaman, Malezya'da iken karşılaştığım insanlardan daha harika bir insan grubuyla karşılaşmamıştım. Taksi sürücüsüne neden herkesin bu kadar güzel bir ruh hali taşıyor olduğunu sordum. "Bu ay Ramazan ayıdır. Bu ayda her ne salih amel yaparsak, Allah bize mükâfatını kat kat verecektir" dedi. "Ne iyi bir Tanrı!" dedim.

Otelde hizmet gören çocuklarla hangi dinin daha iyi olduğuna dair bir sürü sohbetim oldu. İslâm Hıristiyanlığa karşı! Bu mücadeleyi kazanamadım. Onlar bana kendi dinim hakkında cevaplayamadığım sorular sordular. Hem neden pek inanıyor bile olmadığım bir dini savunuyordum ki ben? Onlar beni yemek yemek üzere gezmeye çıkarırlar, ama kendileri yemezlerdi. Kadınlar uzun kollu elbiseler ve örtüler giyinmişlerdi. Ben onlara sert bir muamelede bulunacak olsam, onlar aynı şekilde cevap vermek yerine kenara çekilmeyi tercih ederlerdi.

Böyle şeyler olabildiğine çoktu. Kendilerine neden böyle davrandıklarını sordum. Hepsi de, "Çünkü Kur'ân bize böyle yapmamız gerektiğini söylüyor" diye cevap verdiler. Benim gibi bir Amerikalı için, yanlış cevap! Bu, niye geç kalamayacağımı sorduğumda annemin bana "Çünkü ben öyle söylüyorum" demesine benziyordu. Oysa benim somut cevaplara ihtiyacım vardı. Böylece, bir Malay arkadaşın yardımıyla, bir Kur'ân ve İslâm hakkında başkaca birkaç kitap satın aldım. İki hafta oteldeki odama kapandım. Hiçbir şey veya hiçbir kimse için dışarı çıkmayacaktım. Kur'ân'ı ve aldığım öteki kitapları okudum. Kırksekiz saat sonra, üzerimde bir şüphenin gölgesi olmaksızın, aramakta olduğum şeyi bulmuş olduğumu kavradım. Allah'ın benden yapmamı istediği şey buydu işte! Fakat ortada bir problem vardı.

Bu problem, İslâm'ın İsa (a.s.) hakkındaki görüşü değildi. Bu, sahip olduğum her giysiyi atıp tamamen farklı bir giyim tarzıyla giyinmeye başlamak zorunda olduğum gerçeği de değildi. Anneme benim bir Müslüman olduğum vâkıasını nasıl kabul ettirecektim? Mesele buydu işte. Bunun kolay olmayacağını biliyordum. Ulaştığım karardan dolayı müthiş bir ıztırap çektim, yemekten içmekten kesildim, aklımı bir konuya konsantre edemez hale geldim, hatta rahat rahat uyuyamaz oldum.

Bu sıkıntı içinde yaşadığım günlerde rüyamda hep aynı kâbusu görmüştüm. Bir melek çocuğumu kollarında tutuyor, onun arkasında ise üç şeytan duruyordu. Bütün gecemi bu dehşet verici yaratıklarla uğraşarak geçirirdim. Onlar beni olduğum halde tutmak isediler. Melek ise benden Müslüman olmamı istiyordu. Üç şeytan ve melek, benim hakkımda mücadele ediyorlardı. Elbisem ter ve gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuş vaziyette, ve vücudumdaki yara berelerin nereden geldiğine dair hiçbir fikrim olmadan yara bere içinde uyanırdım. Bir gece bu şeytanlardan biriyle mücadele ediyordum ki, şeytan yüzümü tırmaladı. "Hayır, yapma! Sen bir kadının yüzünü tırmalamaktan daha iyi birşey bilmiyor musun?" dediğimi ve onu tekmelediğimi hatırlıyorum. En nihayeti, kâbuslarla dolu bu mücadele gecelerinden birinde, yataktan fırlayıp çığlık atarak uyandım. "Tamam" dedim, "Müslüman olacağım! Bu işi bugün yapacağım!"

Daha o dakikada bütün vücudumu müthiş bir huzur halinin kapladığını hissettim. İnanılır gibi değildi. Daha önce böyle birşey hissetmiş değildim. Allah'ın benden razı olduğunu anlamıştım.

Odamdan aşağıya, beni İslâm'a döndürmek için son derece sıkı bir gayret sarfetmiş olan otel görevlisi gençlerin yanına inmeye karar verdim ve onlara Müslüman olmaya karar verdiğimi açıkladım. Bana, İslâm'ın hafife alınacak birşey olmadığını söylediler. Bir kere Müslüman olduğunuzda, hayat boyu Müslüman oluyordunuz. [Bunun gereklerini iyice öğrenip ona göre karar vermek gerekiyordu.] Yanlarına inip kararımı kendilerine açıkladığımda gençler bana "Aaa, senin yüzüne ne oldu?" demişlerdi. Aynaya baktım; yüzüm tırmalanmıştı! Onlara rüyalarımdan bahsettim. Bunun üzerine, bir an önce Müslüman olmam gerektiğinde hemfikir oldular ve beni Kuala Lumpur'daki, yeni Müslümanlara hizmet veren bir İslâmî kuruluş olan PERKİM'e götürdüler. 15 Haziran 1994'te orada kelime-i şehadet getirdim.

O günden beri asla dönüp geriye bakmamışımdır.

SAFİYE JOHNSON

  28.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut