ÜNİVERSİTE YILLARINA dek Kafka’yı çok önemserdim nedense. O kendine has entelektüel duruşu, çileli hayatı ve özellikle de kitaplarının yakılmasını vasiyet etmesi onu benim dünyamda sempatik kılan temel unsurlardı sanırım.
Kafka hakkındaki ilk şaşkınlığı mektuplarını okuduğumda yaşamıştım. Hayatının en önemli gayelerinden birinin Kudüs’e gitmek ve kendince hacı olmak olduğunu yazıyordu burada Kafka. Çok ilginç gelmişti bana. Hatta hatırlayabildiğim kadarıyla bazı siyonist fikirleri dahi barındırıyordu bu mektuplar. Bu kadar akılcı ve marjinal bir kafanın, nasıl böyle düşünebildiğine bir türlü anlam verememiştim.
Bir türlü evlilikle taçlandıramadığı dört nişanlılık denemesi, ailesiyle olan soğuk ilişkileri, hiç istememesine rağmen ve aslında kendisine hiç de uygun olmadığı halde sigortacılık yapması ve hastalıklarla da daralan, kısa bir ömür…
Pek ümit bırakmadıysa da okuyucularına, ardında birçok kitap bıraktı Kafka. (Tabi bunlar onun vasiyetini dinlemeyen arkadaşı Max Brod sayesinde okuyucuya ulaşabildi.)
Özellikle “Değişim” romanıyla hatırlıyoruz Kafka’yı. Çünkü burada alışılmadık bir betimleme yapıyor. Bir genç, bir böceğe dönüşüveriyor. Daha da ilginç olanı, genç bunu garipsese de, ailesi garipsemiyor. Hiçbir şey olmamış gibi, zaten daha önce de hor gördükleri oğullarını hor görmeye devam ediyorlar. Genç ise, iyice yabancılaştığı ailesine ve topluma daha da yabancılaşmış ve yalnızlaşmış oluyor.
Ben de işte bu ve Dava gibi, Şato gibi eserlerini okuyunca kendisine gitgide acımaya ve insanlara da kızmaya başlamıştım. “Zavallı adam, herkes onu hor görmüş, yalnız kalmış” hissiyatı uyandırıyordu okuyucuda.
Bunun tek taraflı bir ilişki olmadığını anlamam yıllarımı aldı. İnsanın bu kadar yabancılık ve yalnızlık çekmesinin sebebini biraz da kendinde araması gerektiğini düşünmem yıllar sonra oldu ancak.
Çünkü artık toplumda parmakla gösterilecek denli marjinal olmamak gerektiğini öğütleyen hadis dünyama açılmıştı.(*1) Her ne kadar cazip görünse ve kimilerince cazip gösterilse de “parmakla gösterilmek”, aslında bu hiç iyi bir şey değildi. Zira her konuda yol aydınlığımız olan Efendimiz, başta kendisi böyle olmamıştı ve böyle olunmamasını tavsiye etmişti. O da tüm insanlar gibi yiyip içiyor, çarşıda pazarda geziyordu.(*2) Onun da bir ailesi vardı, ailesinin maişetini temin ediyordu. O da tüm insanlar gibi hasta oluyor, gerektiğinde acı çekiyordu. Seviliyordu, ama önce sevmeyi biliyordu. Ashabı, dostları vardı; çünkü dost olabiliyordu.
İşte buradan hareketle insanın toplumla olan ilişkisinde toplumdan önce kendinin sorumlu olduğunu düşünmeye başladım. Yani insan yeterince sevgi içinde değilse, toplumun sevgisizliğinden şikâyet etmeden evvel, kendine dönüp “acaba bende mi bir sevgisizlik var?” diye sormalıydı.
Kafka ve diğer tüm yalnızların, yalnızlıklarını ve yabancılıklarını değerlendirirken kendi hisselerini de göz önünde bulundurmamız gerekiyor hâsılı. Yoksa sadece yalnız kaldı, toplum ona yabancılaştı, çağdaşları onu anlamadı diyerek marjinal insanları yüceltmeye, dahası marjinalliği kutsallaştırmaya doğru kayabiliriz. Halbuki şaşmaz, şaşırtmaz pusulamız Rasul-i Ekrem aleyhissalatuvesselam toplumda parmakla gösterilen olmamayı, insanlardan bir insan olmayı tavsiye ediyor.
Ne yalnızlaşmalı insan, ne de yalnızlaştırmalı; ne yabancılaşmalı, ne de yabancılaştırmalı. Demem o ki, Kafka’yı ve tüm yalnız ve yabancıları, gelin bir daha gözden geçirelim. Acaba hakikaten kimse onları anlamadı mı, yoksa onlar mı kendilerini anlatmadılar? Yalnızlaştırıldılar mı, yoksa toplumu kendilerine yabancılaştırıp yalnızlaşmayı mı tercih ettiler?
1. “Bir kişinin, din veya dünya konusunda parmakla gösterilecek duruma gelmesi kötülük bakımından kendisine yeter. Ancak Allah'ın koruduğu kişiler bundan müstesnadır.” meâlindeki hadis için bkz. Tirmizî, Sifâtü’l-kıyâme, 21; ayrıca bkz. Tirmizî, Zühd, 35.
2. “Dediler ki: Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda, pazarda dolaşır…” meâlindeki ayet için bkz. Furkan, 25/7.
© 2021 karakalem.net, Abdullah Taha Orhan