Mahallede ANOMİ var

Toplumsal gerilim alanları neden bu kadar kolay aktif hale gelebiliyor? Malatya’daki davulcu vakasının toplumsallaşma biçimi ve hızı bize ne anlatıyor? Neden etnik ve dini hassasiyetler, ekonomik çıkar kaynaklı mobilizasyona bu kadar açık?


TOPLUM (CEMİYET) modernleşme sürecinin bir ürünü. Batılı modernleşme sürecinde, yüz yüze ilişkilerin karakterize ettiği ve kurumların yerine kişilerin bulunduğu “şahsiyetçi” hayat tarzı yerini, ulus adı verilen “muhayyel cemaate” ve soyut, kurumsal ilişki biçimine bıraktı. “Cemaat”e dayalı varoluş biçiminin en önemli niteliklerinden biri, ortak değerlerin kolektif aidiyetler üzerinden tanımlanmasıydı. “Sen, ben yok,” “biz” vardık. Bunun bizdeki karşılığı mahalle idi. Mahalle yalnızca bir yerleşme biçimi değil bir hayat tarzının ifadesidir. Bu hayat tarzı dinin üst aidiyeti belirlediği, zımni bir sözleşmenin çerçevelediği, herkesin herkesle sevinci ve üzüntüyü, dertleri ve toyları beraber yaşadığı, herkesin, amca, hala, dayı veya teyze olduğu bir yaşama biçimiydi.

Büyüsünü yitiren dünya

Mıgırdıç Margosyan, “eski” Diyarbakır’a ve orada yaşayan Ermeni cemaatine ilişkin tahkiye denemelerinde bize Hançepek’te yaşayan “Gavur Mahallesi”nin, “mahremiyet” alanları hariç, -kısmen aslında bunları da vererek- günün neredeyse tamamına yayılan ortaklaşa hayatını, ruhumuzun en hassas kıvrımlarını tahrik ederek, bazen ağlatıp bazen de tebessüm ettirerek tasvir eder. Çocuğun ayağını arının sokması, filancanın borçlarını ödeyememesi, falanca kızın filanca ile aşkı, kışlık erzakın hazırlanması, pazar günü kilisedeki ayine katılım, fırından eve taşınan sıcacık ekmeklerin sokakta rast gelinenlerle paylaşılması, kısacası günlük hayatın neredeyse her ayrıntısı, mahallenin ilgi ve bilgisi dahilindedir. “gavur mahallesi” için anlatılanlar, neredeyse aynısıyla, Müslüman mahallesi için de geçerlidir aslında. Muhtarı ve bekçisiyle, bakkalı ve kasabıyla, ebesi ve çerçisiyle, mahalle imamı ve falcısıyla, delikanlısı ve kabadayısı ile, delisi ve velisiyle, kahvehanesi ve hamamıyla, “Bir maniniz yoksa akşam annemler size gelecek” şifresiyle işleyen misafirlikleriyle, mahalle insanı hayat emanetini ortaklaşarak yaşamaktaydı.

Mahalleye doğanlar, mahalle kültürünü de hayatın kendi fıtri akışı içinde tevarüs ederlerdi. Elbette, mahallenin kendi sosyal denetim vasıtaları bulunmaktaydı. Buradan hareketle, Şerif Mardin”in “mahalle baskısı” kavramlaştırması, mahallenin “modern zamanlardaki” varlığını “anakronik” olarak nitelerken, aslında mahalleyi olumsuzlar gibi görünse de, “laik mahalle”yi arkalamaktaydı. Dünyanın büyüsünün bozulduğu ve insanın “demir kafes”e hapsedildiği modern dönemde, bütün değil parça, bir olma değil farklı ve ayrı olma hayatımızın belirleyici niteliği haline geldi. Yaratıcıya intisap anlamında imandan uzaklaşan modern insan ontolojik güvenliğini yitirdi. Ahiret, cennet ve cehennemiyle “bu dünya”ya taşınırken, dünya bir deniyet sahnesine dönüştürüldü. Bütüncül aidiyetler yerine bireysel kimliklerimiz, her türlü yekpareliği hak ile yeksan etti.

‘Tasada ve kıvançta bir’

Marks’ın yabancılaşma, Durkheim’ın anomi olarak tanımladığı hali teşhis ederken Nietsche, bütün değerlerin transpoziyonundan yani yıkılarak yeniden inşasından söz eder. Modern toplumların en önemli temayüz unsuru haline gelen tüketimciliğin yol açtığı, hayatı sahiplenip bu dünyaya hasreden “bireysel” temellükçü, “had ve hudud” yoksunu tavrın yol açtığı, sınırsızlığa doğru artan ihtiyaçlarla bunların karşılanabilme imkanı arasındaki mesafenin derinliği, toplumsal varlığın sürdürülmesi için zorunlu olan ortak bağlayıcı normların ortadan kalktığı (anomik) ve toplumsallığın ötekileştirmeyi zorunlu olarak içerdiği bir insanlık durumuna tekabül etmektedir. Bugün toplumuzda var olan ve Cumhuriyetin bize hediye ettiği toplumsal değer açığı ve bunun doğurduğu gerilimlerin sürekli aktif halde bulunması, bizi “tasada ve kıvançta” bir olabilen bir toplum haline gelebilmekten alıkoymaktadır. Belki de tasada ve kıvançta bir olmaya gerek de yoktur. Bu durumda toplum olarak bir arada yaşamamızın anlamını yitirmesi kaçınılmazdır. “Düzen ve anlam”dan yoksun bir toplum, varlığını ne kadar sürdürebilir? Bu yoksunluğun belirtileri sanırım bedihi. 1974’teki Kıbrıs çıkarması esnasında askere gitmek için sıraya girenler bugün yok. Bedelli askerlik, vicdani ret bir tarafa, bir kısmı “TC Devletine” askerlik yapmak istemiyor.

Ramazan ayı toplumun bir kesiminin kulluk idrakine vesile olurken, ramazan kültürüne yabancılaşan toplum kesimleri ramazan tedirginliği yaşıyor. Bu tedirginlik, dindar Müslümanlığa yabancılaşmış toplum kesimlerinde, oruç tutan insanları yok sayma ya da incitme davranışlarına dönüşebiliyor. Atik Valde’den inen sokakta iftar topuna oruçsuz başına yakalanmanın hüznünü, oruç tutanlara duyduğu muhabbet ve iftar sevincine ortak olabilme tahassürüyle ifade eden Yahya Kemaller yerine, ramazan kültürünün anakronik bakiyelerinden olan ramazan davuluna saldırgan bir tepkiyle kendisini ifade eden, empatiden yoksun bir kabalıkla karşı karşıyayız. Oysa davulun gürültüsü, bir gece yarısı kulaklarımızı sağır eden hoyrat bir korna sesi ya da canhıraş bir motor çığlığından daha rahatsız edici değildir. Aynı toplumda yaşıyor olmanın katlanmak zorunda olduğumuz “maliyetlerinin” olması kaçınılmazdır. Öte yandan, bu toplumda inanç ya da kültür olarak ramazanı benimsemeyen insanların varlığını göz ardı etmeye eğilimli bir çoğunluk kültürü, kolayca “baskıcı” bir hale bürünebiliyor. “Benim hayatım, ölümüm ve ibadetim alemlerin Rabbi olan Allah içindir” hükmünün toplumsallaşma biçimi, kolayca iktidarın gereklerine teslim olarak, ihlas sırrını popüler kültür bataklığında yitirebiliyor. Namaz, oruç, hac, ramazan, cuma, zekat, ezan, tesettür, sakal gibi İslam’ın toplumsal hayattaki gösterenleri (şeair), ‘beyaz Türk’ kesiminin onulmaz nefret ve tecavüzüne konu olurken, Alevi toplumunun varlığı ve Alevi inancı çoğunluk toplumu tarafından pek de empatik olmayan yollarla hazmedilmeye çalışılıyor.

Kültürel homojenleştirme

Soruları sıralayalım: Cumhuriyet neden kültürel homojenliği halkçılığın bir gereği olarak dayattı? Hal böyle olunca toplumsal ve siyasi çoğulculuğun eğitim sistemi ile diğer toplumsallaşma vesilelerine yansıması mümkün olabilir miydi? Muasır medeniyet söylemi AB’ye katılımın mottolarından birisi olabilir mi? Kültürel homojenliği veri alan bir muasır medeniyet anlayışı, ne kadar “çağdaş”tır? Bireysel ve kolektif farklılıkların ötekileştirmeye konu yapılmadan var kılındığı ama ortaklaşılan sivil ve siyasi değerler üzerinde beka bulan bir toplumsal yapıya nasıl sahip olabiliriz? Toplumsal gerilim alanları neden bu kadar kolay aktif hale gelebiliyor? Malatya, Doğanşehir, Sürgü beldesindeki davulcu vakasının toplumsallaşma biçimi ve hızı bize ne anlatıyor? Neden etnik ve dini hassasiyetler, ekonomik çıkar kaynaklı mobilizasyona bu kadar açık duruyor? Böylesine sığ, empatik olmayan ve kullanılmaya açık duyarlılıkların varlığı, neden saldırgan bir savunmacı refleks halini alabiliyor? Eğitim sistemimiz bir değer olarak çoğulculuğu neden önermiyor?

Kemalizm, Osmanlının “adalet dairesi”ne dayalı yöneten-yönetilen ilişkisini çerçeveleyen zımni toplumsal sözleşmesini hükümsüz hale getirirken, bu toplumsal sözleşmenin ruhunu oluşturan “şer-i şerif” yerine pozitivizmi ikame etti. “Tarih ve toplum” tasavvurunu buna göre düzenledi. Sözde bilimin iktidarıyla, toplumu anakronik bir muasır medeniyet söyleminin kendinden menkul gereklerine göre programlanabilir bir “aygıt” olarak kabul etti. Ne ki, Kemalizm sadece bir yıkım hareketidir; gücü inşadan değil tahripten kaynaklanır. Gavur ya da Müslüman mahalleleri yerine “laik mahalle”yi oluşturmak için Türkiye insanı “demir bir kafes”e hapsedilirken, ‘mutlu Türk’ hikayesinin yazımına başlandı. Osmanlı modernleşmesinin reayadan teb’aya, oradan da vatandaşa uzanan hikayesi, Kemalist Cumhuriyetle ‘mutlu Türk’ün inşasına evrildi.

Bu mutluluk hareketi herkesin mutsuzluğuyla sürüyor. Sünniler, Aleviler, Kürtler, Türkler, dindarlar, laikler, hülasa, hiçbir inanç ve kültür grubu ‘mutlu’ görünmüyor. Kamusal alanın vatandaş olarak herkese açık ve herkese ait olduğu, isim ve resimden ibaret olmayan, gerçek bir Cumhuriyete ihtiyacımız var. Devlet “ele geçirmeye” konu oldukça, evlenmek kız kaçırmaya bağlı kılınmış demektir. Tarafların rızalarıyla ve ebeveynler ile dostların katılımıyla gerçekleşen evlilikler gibi, Devletin de hiç kimse tarafından “kaçırılmadığı,” herkes tarafından sahiplenilen bir niteliğe büründürülmesi gerekiyor. O zaman toplumsal olarak paylaşılan ortak bir “akide”nin, değerler manzumesinin ortaya çıkması mümkün hale gelecektir. Siyaset, hem sebep hem de sonuçtur. Anayasa yapma oyunu oynayanların bunun idrakinde olma dereceleri, devletin adil bir hakem ve hürmetkar bir hizmetkar olduğu, “mutlu” bir toplumun vücut bulması için, yeni bir anayasa yapım sürecine katkı seviyelerini belirleyecektir. Maske kullanmaya gerek yok. Herkes olan bitenin farkında. Yeni bir toplumsal anlam ve düzen inşası, sekter değil samimi çabalara ihtiyaç göstermektedir. Aksi taktirde, anomiye kurban giden mahalle gibi, toplumsal varlığımız da “yabancılaştıran,” “şeyleştiren” bir anominin kurbanı olmaya devam edecektir.


* Bu yazı ilk defa http://www.stargazete.com/acikgorus/mahallede-anomi-var/haber-656121 adresinde yayınlanmıştır.

  06.08.2012

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut