‘Sürdürülebilir müzakere’ için sürdürülebilir yol haritası

Müzakere, birbirini müstakbel dost olarak görenlerin katılabileceği bir süreçtir. Kürt milliyetçi hareketinin demokrasiyle uyumlu sivil bir liderliğe ihtiyacı vardır.


TÜRKİYE’NİN HOMOJEN ulus-toplum inşası ve buna tekabül eden ‘ulus devlet’ yapısı, çok partili siyasi hayatla birlikte, hem demokratik açıdan hem de reel politik düzeyde sürdürülemez hale gelmiştir. ‘Tek ulus, tek devlet’ çatısı, bugün itibariyle geçerliliği kalmayan, Kürt meselesinin çözümünü engelleyen, akan kana çanak tutan bir niteliği haizdir. ‘Tek devlet’ şiarı, devletin nitelikleri üzerinde tartışmalar olmakla birlikte, Türkiye’deki tüm toplumsal ve siyasi kesimlerin üzerinde uzlaşabildikleri bir husustur. Ulusun tekliği ise reel gerçekliği yansıtmaktan uzaktır. Ulusu meydana getiren halkların çoğulluğunun kabul edilmesi ve siyasi çatının buna göre çatılması, yeni anayasa sürecinde göz ardı edilemeyecek bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.

Türkiye’nin unsurları

“Siyasi çatı”nın yeniden çatılması egemenliğin bölünmesi ya da adem-i merkezileştirilmesi şeklinde gerçekleştirilebilir. Egemenliğin bölünmesi, Kürt etnisitesine dayalı siyasi taleplerin kendisine bağımsız bir devlet kurması ya da Türkiye’de egemenliğe federatif bir nitelik kazandırılmasıyla gerçekleşebilir. Ne bağımsız bir Kürt devleti, ne de federasyon, uygulanabilirliği ya da arzu edilirliği olmayan hususlardır. Bu iki seçenek de tüm toplumsal tarafların mutlak olarak kaybeden olduğu bir duruma tekabül etmektedir. Bu iki seçenek dışında, egemenliğin tekliğine dayalı siyasi adem-i merkeziyet formülleri üzerinde tartışmak, uygulanabilir modeller geliştirmek ve bunu Türkiye’nin bütününü gözeterek yapmak siyasi seçkinlerin önünde duran ve demokrasinin konsolidasyonu açısından en temel önemi haiz meseledir.

Halklarıyla bir millet...

PKK-BDP çizgisi bu açıdan tutarlı olmaktan uzak, eyyamcı bir tavır ortaya koymuştur. Pan-Kürdist bir nitelik taşıyan “Bağımsız demokratik Kürdistan”dan “Demokratik Konfederalizm”e uzanan siyasal ayrılıkçı talepler, şimdilik egemenliğin bölünmesi ve paylaşılmasını içermeyen, büyük ölçüde Fransa’da 1980’lerde gerçekleşen ve etno-kültürel çoğulculuğa “yerinde” imkan veren adem-i merkeziyetçi bir yapıyı içeren demokratik özerklik talebinde karar kılmış görünüyor. Elbette, demokratik özerklik içi muğlak bırakılan bir kavram olduğu için farklı taleplere açık durmakla birlikte, geniş toplumun, devletin ve hükümetin, yeni anayasa çalışmaları kapsamında kabul edebileceği çerçeve, bunun ötesini kaldırabilir görünmemektedir.

Millet devletin olmadığı, bilakis devlet millete ait olduğu için, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” anayasal bir ilke olmaktan çıkarılmalıdır. Millet elbette bölünebilir bir “bütün”dür. Bu bölünebilirlik, ayrışmayı değil daha fazla kaynaşmayı mümkün kılacak, etno-kültürel çoğulculuğa imkan verecek bir bölünebilirliktir. İspanya anayasası, nasıl ki tek bir İspanyol milletini meydana getiren çeşitli “halklara” atıfta bulunuyor ve bu halkların haklarının ayrı ayrı belirleneceğini ve hepsinin İspanyol milletinin korunmaya değer kültürel mirasını teşkil ettiğini söylüyorsa, yeni anayasa da, herhangi bir etnisitenin adını telaffuz etmeden, Kürtlerin ihtiyaç duyduğu ve talep ettiği statü/kimlik probleminin çözülmesini, Türk/Türkiye milletinin farklı halklardan meydana geldiğini ve bu halkların kültürel mirasının milli mirasın bir parçasını olduğunu belirterek, kolaylaştırabilir. Anadilde eğitim meselesi, bu çerçevede, Türkçe’nin olmazsa olmaz “lingua franca” konumu muhafaza edilerek ve her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kendi anadili dışında mutlaka Türkçeyi bilmesini hem bir hak, hem de bir vecibe olarak değerlendirerek çözülebilir. Böylece, toplumumuzu, Kürtçenin ve Kürt kültürünün zenginliğinden yoksun bırakmanın yol açtığı kültürel çoraklık giderilecek ve Kürtçe ve Kürt kültürü insanlara kendilerini mutlu hissettiren vesilelerden biri haline gelecektir.

Kamusal müzakere

Yukarıda kısaca özetlediğimiz çerçevenin ortaya koyduğu problematik, artık Türkiye’nin en yakıcı problemlerini tüm boyutlarıyla ve taraflarıyla tartışabildiğini ortaya koymaktadır. Demokratik kamusal müzakere imkanının bu şekilde genişlemesinde, merhum Özal’ın katkılarını hatırlamak ve AK Parti iktidarları döneminde kamusal alanın demokratik inşası için atılan adımları kaydetmek gerekmektedir.

Daha 30 yıl önce, kendisinin Kürt olduğunu söylediği için bir bakan (Şerafettin Elçi) hapisle cezalandırılmıştı. Kamusal ve toplumsal alan, Kürtlüğün tüm gösterenlerine kapalıydı. ürt müziğinin güçlü sesi Şıwan Perwer, bir “yer altı sanatçısı” idi. “Zılgıt” henüz bizim değildi! Yeşil-kırmızı-sarıya öylesine antipati duyanlar vardı ki, Diyarbakır’daki bir Özbek düğünü “Kürtçü” sanılarak basılmıştı. Batman’da trafik lambaları da bu paranoyadan nasiplenmişti. “Milliyetçi-Kemalist-dindar” ittifakı, Kürtlüğe karşı ortaya koyduğu otoriter tavırla PKK’nın kendisine ciddi bir meşruiyet alanı bulmasını sağladı. Kürt kimliğinin şiddetle siyasallaşmasının en önemli sebebi, uygulanan baskı politikalarıdır. Bugün, bu iklimden çok uzaktayız. Hür maviliğin bizi taşıdığı demokratik ufukta, etno-kültürel çoğulculuğun baharına uzanmak istiyoruz. Bu yüzdendir ki, “silah, Kürtlerin sigortasıdır” diyen Leyla Zana, “akan kanın durması,” “açıktaki yaraların” kangrenleşmemesi için sivil siyaseti çözüm sürecinin adresi olarak tanımlama ihtiyacı hissetti. Şiddetin gölgesindeki Kürt siyaseti, DTK-KCK-BDP-PKK yapılanmasının ortaya koyduğu hiyerarşik homojen siyasi dili, hangi saiklerle gerçekleşirse gerçekleşsin, Leyla Zana’nın “silahlara veda” çağrısı ile aşma imkanını yakalamıştır. Zihinler üzerine silahla inşa edilen prangaların serbest kalması, düşünce açıklamalarının sadakat testi olmaktan çıkarak, toplumsal iyiye bireysel akılların katkıları haline dönüşmesi açısından bir yol ayırımındayız.

Nasıl ki, ordunun hükümetin “terörle mücadele” programını belirleyen bir güç haline gelmesi kabul edilemez ise, Kürt milliyetçi hareketinin siyasi dilini de “silah kullanmak” ve “insan öldürmek” dışında meziyeti olmayan “dağ adamları” oluşturamaz; oluşturmamalıdır. “Elinde çekiç olanın her şeyi çivi sanması” gibi, elinde silah olanlar da, “emirlerin mütalaa edilmeyeceği”nden hareketle aklı değil iradeyi öne çıkarır. Farklı bakanlara düşman olarak bakar. Oysa, müzakere, birbirini düşman olarak değil müstakbel dost olarak görenlerin katılabileceği bir süreçtir. PKK’nın pozisyonel ve sekter bir bakış açısıyla, lider kadrolarının konumlarını koruma insiyakıyla “müzakere”yi değil “mücadele”yi öne çıkarması sürdürülebilir bir pozisyon değildir. Kürt milliyetçi hareketinin demokrasiyle uyumlu sivil bir liderliğe ihtiyacı vardır.

APO’cu çizgide bir inisiyatif olarak ortaya çıkan ve APO’nun Kürt siyasi hareketindeki aşkınlaştırılan siyasi liderliğini ev hapsi yoluyla da olsa iade etmeye dönük, Zana’nın Başbakanı çözüm olarak gösteren çıkışının çarpan etkilerini oluşturmak, hem iktidar hem de muhalefet gruplarıyla birlikte Parlamentonun görevidir. Silahların önce susturulması, sonra da imhasına gidecek sürecin yürüyebilmesi, Zana’nın deyimiyle, “sürdürülebilir bir müzakere” ortamına ihtiyaç göstermektedir. Kritik soru şudur: Hükümet, Kürt meselesinin çözüm sürecine ilişkin stratejik bir plana sahip midir? Yoksa, süreç tamamen ‘ad hoc’ olarak mı yürümektedir? Yeni bir anayasa yapma sürecini başlatan bir Hükümet, eğer bu konuda stratejik bir yol haritasına ve enstrüman envanterine sahip değilse, çözüm iradesine sahip değil demektir. Bu stratejik planda muhalefetin yeri olmazsa olmazdır. CHP parlamentodaki inisiyatifiyle buna açık olduğunu ortaya koymuştur.

Parlamentoda Kürt meselesinin çözümüne dönük müzakere sürecini kolaylaştıracak, bu konudaki çözüm yaklaşımlarını dokümante edecek bir araştırma komisyonunun kurulması, sürecin aleni boyutunun bir parçası olabilir. Bu komisyon anayasa uzlaşma komisyonuna, vatandaşlık ve üniter yapının merkeziyetçi değil adem-i merkeziyetçi bir yapıya kavuşturulmasına ilişkin öneriler geliştirerek katkı sağlayabilir. Dahası, Hükümet, Kürt siyasetini şiddet yerine müzakere yoluyla demokratik sürecin bir parçası haline getirme konusunda proaktif bir tutum geliştirerek yeni inisiyatifler ortaya koyabilir. “Apo’ya ev hapsi” silahları susturacak bir vesile olarak kullanılabilir. KCK tutuklamalarında, hukuk devletinin sınırları içinde kalınarak, ideolojik sempatizanlıkla eylem arasındaki çizgiyi iyice kalınlaştırarak, şiddetin dağ ve şehir ayaklarını izole ederken, bu çizginin ideolojik taşıyıcılarını cezalandırmaktan vazgeçilebilir.

Kuzey İrlanda’ya barış, IRA’nın sürece katılmasıyla geldi. Orada da, her iki taraftan bazı güçler müzakere sürecine katılmayı sonuna kadar reddetti. Hatta, IRA’nın kendi içinde, müzakereyi ve barışı değil silahlı mücadeleyi savunan “Gerçek IRA” isimli bir oluşum doğdu. PKK içinde de bu tür çatışmaların yaşanması mukadderdir. Burada önemli olan, PKK’nin silah bırakmasını sağlayacak ve Kürt meselesinin demokratik süreçte barışçı çözümüne katkı yapacak politikalar konusunda Hükümetin zihninin net olmasıdır. “Sürdürülebilir müzakere” süreci provokasyonlara açık olduğu için kırılgandır. Bu kırılganlığın önlenmesi için, siyasi kararlılık sahibi, nereye hangi yollardan ulaşacağını bilen ve Kürt meselesini her boyutuyla demokratik süreç içinde çözülebilir hale getirecek şartları oluşturmayı hedef alan bir siyasi liderliğe ihtiyacımız var. Leyla Zana, bu rolü yerine getirebilecek aktör olarak Erdoğan’ı işaret etti. Yanılmamasını umuyoruz.


* Bu yazı ilk defa Star Gazetesi nde yayınlanmıştır.

  09.07.2012

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut