UFACIK TEFECİK BİRŞEYDİ MAYMUN. Ağaçlar arasında o dal senin, bu dal benim zıplayıp dururdu. Kervan geçmez kuş uçar ormanlarda kendi halinde, mutlu, huzurlu bir ömür sürerdi. Şen şakraktı maymuncuk. Vurdumduymazdı. Maymun iştahlılığıyla, kendini beğendirmek isteyen sırnaşıklığı ile, o da hayvanat bahçesinin sevimli üyelerinden biriydi. Ama ne olduysa, o Darwin denen adamdan sonra oldu. Bir üzüldü, bir üzüldü ki maymuncuk; sormayın. Neymiş de insanlara akrabaymış. İnsanlarla aynı atayı paylaşırmış. İşte o gün bu gündür, maymunun başına ne geldiyse, o sözde akrabalıktan geldi. Dillere düştü. Rezil oldu maymun.
Sözde akrabaları ikiye ayrılmıştı. Kimileri evrimci olmuş ki, kendisini insanlarla akraba çıkaran bunlarmış. Kimileri de evrime karşıymış ki, maymuncuğun da bütün ümidi onlardaymış. Ümit ediyormuş etmesine, ama sonunda hayal kırıklığına uğramış. "Yok efendim, insan nasıl olur da maymunla aynı atayı paylaşabilir?" "Doğru ya," diyecek olmuş maymuncuk. "Maymun nasıl insandan gelmemişse, insan da maymundan gelmemiştir. İnsan insandan, maymun da maymundan gelir." Ama hiç de iyi değilmiş evrime karşı olanların niyeti. Meğer maymun olmak hakaretmiş onlara göre. Yok efendim, asıl, evrimcilerin atasıymış maymun. "Hem zaten o Darwin olacak herifin suratı da bayağı maymuna benziyor." Oysa maymun olmanın aşağılık olmak anlamına gelmediğini sanıyormuş maymuncuk. "Maymunun maymunluğu kendinden gelmedi ya... İnsan da insanlığını kendisi kazanmadı ya." O halde ne insanın insan olduğu için övünmeye hakkı vardı; ne de maymun maymun olduğu için yerinmek zorundaydı.
Hani dertleri Darwin’le değil de maymunlaydı sanki. Faraza, Darwin insanın atası aslandır deseydi, ya da bütün insanlar bir gülden evrimleşmiş deseydi, "Hah işte, şöyle..." demeye hazırdılar. Hem sonra Darwin maymuna benziyormuş ya da benzemiyormuş, niye ilgilendiriyordu ki onları? "Birinin maymuna benzemesi onu haksız çıkarmaya yeter mi? Ya da maymuna benzemese haklı mı olur?" Yutkunmuş maymuncuk, homurdanmış. "Maymunluğundandır" diye geçiştirmiş insanlar. "Demek ki Darwin haklı, çünkü bana benzemiyor" diyecek olmuş. Susmuş.
Göz göre göre yanlış vadide at koşturuyorlardı evrime karşı olanlar. Söyleyebilse belki söylerdi maymuncuk: "Bu vadide ne kazanan âbâd olur, ne kaybeden berbad olur." Kaldı ki Darwin bile maymunla bu kadar uğraşmamışa benziyordu. Ne demişti arkadaşı Asa Gray’e yazdığı mektupta? "Nedense ben çevremde, başkalarının gördüğü kadar ve şahsen görmeyi arzuladığım kadar düzen ve hikmet eseri görmüyorum. Bana tabiat acılar içindeymiş gibi geliyor. Hikmetli ve kudretli bir Yaratıcının ikonomları tırtılların canlı vücudu içine sokacak ya da kedilerin farelerle oynamasına izin verecek şekilde yaratacağına kendimi ikna edemiyorum. İkna edemediğim için de bir gözün hikmet ve kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından kast ve planla yaratılmış olabileceğine inanmayı gereksiz görüyorum." (22 Mayıs 1860)
Oysa, bir insan gözünün harikulâde yapısı karşısında Darwin bir defasında, kendi ifadesiyle "titremiş", bir defasında da "başından aşağı kaynar sular dökülmüş"tü. Ama en sonunda Darwin kendisini sakinleştirmenin bir yolunu bulur: tabiî seleksiyon. Ki böylece gözün harikulâde yapısını hikmet ve kudret sahibi bir Yaratıcı yerine kendine "daha hoş" gelen birşeyle açıklamış olur.
Farkında mıydı acaba insanlar? Darwin’in meselesi gözün nasıl meydana geldiği değildi. O, göz bir Yaratıcı tarafından mı yaratılmış, yoksa tabiî seleksiyonla kendi kendine mi olmuş diye sormuyordu. Bütün derdi, gözü "Yaratıcı tarafından plânlanmış" demeden açıklayabilmekti. Ki, tabiî seleksiyon böyle bir açıklamanın "hoş" yollarından biriydi. Sonra "rastlantı"ların da payı unutulmamalıydı. Hele rastlantılar arkasını bir zamana dayamaya görsün, "binlerce yıl süren rastlantıların birikmesiyle ne olmazlar olur, ne imkansızlıklar aşılır"dı. Mutasyonlar da bu cümledendi. Sonradan da fosiller de devreye girdi mi, gel keyfim gel. Hâsılı, evrim teorisi, tekmili birden canlıları Yaratıcısız açıklamanın "hoş bir yolu" idi, o kadar.
Merak etti maymuncuk. İnsanlar hiç sormuş muydu acaba: "Öbür türlü açıklamak Darwin’e neden nâhoş gelmişti?" Farelerin kedilere yem oluşuna, büyük balıkların küçük balıkları yutmasına adaletsizlik, hikmetsizlik diyordu Darwin.
Eğer bunları bir Yaratıcı plânlamışsa, o Yaratıcı adaletsiz, hikmetsiz demekti ona göre. Hikmetsiz, adaletsiz bir Yaratıcıya inanmaktansa, hiç inanmayayım daha iyi diye avutmuştu kendini. Zavallının derdi, yeryüzündeki adaleti ve hikmeti görememekti.
"Şimdi elinizi vicdanınıza koyup söyleyin," diye başlasaydı maymuncuk. Ve devam etseydi: "Siz tabiî seleksiyonu bir güzel çürütseniz, ya da fosillerin eksiklerini bir bir ortaya dökseniz, hatta biz maymunların siz insanlardan ap ayrı bir tür olduğunu ispatlasanız, hem sonra bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelmesinin çook çok az bir ihtimal olduğunu güzelce hesaplasanız, Darwin’in şu derdine derman olmuş olur muydunuz?" O zaman, insanlar kaşlarını çatıp, dudaklarını hafifçe uzattıktan sonra ellerini iki yana açıp, "Darwin olacak herifin derdinden bize ne?" derler miydi? "Peki, ya Darwin’in derdi herkesin derdi ise?" İşte, tabiatta adalet var mı, yok mu diye soranlar hâlâ insanların yanıbaşlarında nefes alıp veriyorlardı. Hatta, kimileri Darwin gibi, "galiba yok!" deyip hemen önlerinde hazır gerekçeler bile buluyorlardı. Evrim gibi...
"Sizin anlayacağınız," diye tamamlardı herhalde sözünü maymuncuk, "tabiî seleksiyon, fosiller, maymunun insanla akrabalığı, zamanla biriken rastlantılar... hepsi bahane. Bütün bunlar tabiatta adalet göremediği için tabiatı âdil, hikmetli bir Sanatkârın yaratabileceğine ihtimal veremeyenlerin zihnî zorlamalarıdır. Siz istediğiniz kadar maymunların insanın atası olamayacaklarını, fosillerin tam olmadığını söyleye durun, o insanlara kâinatta zulüm ve hikmetsizlik değil de adalet olduğunu göstermiş olmuyorsunuz. Böylece, o insanların bu şekilde düşünmeye zorlayan asıl sebebi ortadan kaldırmış olmuyorsunuz."
Bundan böyle biline ki, evrim teorisi bütün aksâmıyla hayatı mücadele olarak görmenin bir sonucudur; sebebi değil. Demek bazıları evrimci oldukları için Yaratıcıya inanmıyor değiller. Yaratıcıya inanmak istemedikleri için evrimci olmuşlar. O yüzden, "Tabiî seleksiyon var mı, yok mu?" ya da "İnsanlar maymunla akraba mı, değil mi?"den önce, "Tabiatta olanlar zulüm mü, adalet mi?" diye tartışsaydılar yaÖ
Neydi sahi şu evrim teorisi? Özetle: Yıllar boyu süren çiftleşmeler sırasında canlıların farklı özelliklerini temsil eden genler yavaş yavaş birbirine karıştı. Bu arada mutasyonların etkisiyle bazı genlerin yapısı değişiyordu. Ki bu mutasyonların bazıları, nadir de olsa, genler üzerinde faydalı değişikliklere yol açıyordu. Meselâ, bir geyik vücudundaki gen her nasılsa rastgele bir geyiği temsil eder hale gelebiliyordu. Ya da bir ağaçkakan gagasını daha da keskin ve güçlü yapabilecek bir gene sahip olabiliyordu. İşte bu geyik ya da ağaçkakan yavrularında, geriye, bir önceki nesle göre daha güçlü bir nesil bırakmış oldular. Derken bu nesil mutasyonlu geni olmayan diğer akranlarına göre, çevre şartlarına daha güçlüce karşı koyabildiği için daha çok çiftleşme şansı buldu ve geriye diğerlerine oranla daha çok yavru bıraktı. Böylece, bir nesilden diğerine, zayıflar elenerek, sadece güçlü ve çevreye en iyi uyanların oluşturduğu bir geyik ya da ağaçkakan topluluğu kaldı. "Delil mi istersiniz? Bakın şu anda herşey óinsan gözü dahiló son derece mükemmel ve çevresiyle güzel bir uyum içinde! Hem sonra fosiller de gösteriyor ki...."
Oysa ne diyordu evrime karşı olanlar? "Herşey öylesine mükemmel ki, tesadüfen olması imkânsız!" Ya evrim teorisi ne diyor? "Herşey ótabiî seleksiyonla ve mutasyonlar sayesindeó rastgele, kendi başına olmuştur; işte görüyorsunuz hepsi de mükemmel ve harikulade!" Anlaşılan mükemmelliğe karşı kimsenin bir diyeceği yoktu. O halde mükemmelliği öne sürmek niye evrimciliğe karşı alternatif olsundu. Mesele şu: Bu mükemmelliğin gerisinde evrimcilerin sandığı gibi, zayıfların acımasızca elendiği, meydanın sadece ve sadece güçlülere kaldığı, sahipsiz, başıboş bir dünyada olup bitmiş, kanla ve acıyla yoğrulmuş bir tarih mi vardı; yoksa...
Demek evrimciler herşeyin sahipsiz olduğunu kabullenmekle başlamışlardı işe. Onlara göre, herşey ancak kendi adına hareket ediyordu, sadece kendini düşünürdü. Ne bitkiler hayvanları tanırdı, ne kediler fareleri. Herşey birbirine yabancıydı. Herkes birbirine düşmandı. Aslında ne tırtılların ikonomlara vereceği birşeyleri vardı, ne de fareler kedilere birşeyler borçluydu. Eğer kedi fareyi yiyorsa, onun hakkını gasbediyor demekti. Ki bunun adı zulümdü, hikmetsizlikti kaçınılmaz olarak. Herşeyin kendi başına hareket ettiğini kabullendikten sonra doğrusu itiraz edecek birşey yok gibiydi, ama...
"Sahi, niye herşey sadece kendini tanısın ki? Neden kendi başına hareket etsin ki?" diye soran olmamış mıydı Darwin’e? Böyle bir soru Darwin’in aklının ucundan hiç geçmedi mi?
Nereden bilsin maymuncuk! Meğer insanlarda, hayvanlarda olmayan birşey varmış ki, kocaman kocaman dağlar, gökler bile çekinmiş o şeyi üzerlerine almaktan. Enaniyetmiş bu. Benlik duygusu yani. Öyle ağır bir emanetmiş ki bu benlik duygusu, insanı zalimlerin en zalimi, cahillerin en cahili yapabiliyormuş.
Nasıl mı?
Enaniyeti sayesinde insan, diğer yaratıklardan farklı olarak, yaptıklarına sahip çıkabiliyormuş. Meselâ, bir arı petek kurup, çiçekten çiçeğe koşup sonunda güzel mi güzel bir bal yaptığında, bala sahip çıkmak bir yana, balı yaptığının bile farkında değilmiş. Sözün gelişi, "Ben bal yapıyorum" diyemezmiş arı; sadece bal yaparmış. Ama insan tam aksine basit bir kulübe yapsa, "Hah işte, bu kulübeyi çalışıp didinip aklımı, bileğimi kullanarak ben plânladım ve ben yaptım" diyebiliyormuş. Yani hem yapıyor, hem de yaptığını biliyormuş. Böyle bir duygunun veriliş maksadı, insanın kendi Yaratıcısını tanıması imiş. Şöyle: Benlik duygusu sayesinde insan, "Ben nasıl şu kulübeyi plânlayıp inşa ediyorsam, bütün şu kâinatı da plânlayan ve yapan Biri olmalı" diye düşünebiliyormuş. Yani benlik duygusu Yaratıcıyı insana anlatan bir ölçü birimi imiş. Bilmek, plânlamak, inşa etmek gibi kabiliyetler, kıyaslama yapıp da Rabbini tanısın diye ona verilmiş. Ama, yine de onun değilmiş.
Nedense, kimi insanlar bu gerçeği hatırlamamışlar bile. "Ben nasıl bu binayı yapıyorum...." demişler, gerisini getirmemişler. Bilme, yapma, plânlama gibi sayısız kabiliyetlerini kendilerinden sanıp, "Küçük dağları ben yarattım" edasını takınmışlar. Kendilerini kendilerine mâlik ilan etmişler. Kendilerini kendi başlarına buyruk saymışlar.
Meğer Darwin ta başında onun için "Herşey kendi kendine mâliktir" diye kabullenmiş. Kendisini de kendisine mâlik sayıyormuş zahir. Tabiattaki sözümona zulümler de, mutasyonlar da, tabiî seleksiyon da, fosiller de, "ara form"lar da hep buradan çıkmış
"Yazık!" diye mırıldanmış maymuncuk. "Keşke birisi çıkıp evrimcilere şöylece konuşsaymış: "Sen,‘herşey kendi nefsine mâliktir’ diyorsun. Oysa, onca sebep arasında en şereflisi ve en geniş iradelisi insan olduğu halde, düşünmek, söylemek, ve yemek gibi en zahir iradeli fiillerinden ancak yüzde biri insanın elindedir ki o yüzde birlik kısmına da ancak görünürde bir sahipliği var. Böyle en zahir fiillerinin yüzde birine bile tasarruftan ve mâlikiyetten böylesine eli bağlanmış olsa, diğer canlılar ve cansızlar kendi kendilerine mâliktir diyen, hayvandan daha ziyade hayvan, cansızlardan daha ziyade cansız ve şuursuz olduğunu ispat eder."
Dedik ya, ufacık tefecik birşeymiş maymuncuk. Şen şakrakmış. Neşe içinde daldan dala hoplar dururmuş. Memnunmuş kendi halinden. İyi ki insanlara benzemiyormuş. Benzemeye kalksa, hayvandan daha hayvan, cansızlardan daha şuursuz olmak varmış işin içinde..."Hayvan olmak" bile değil...