ARABİ VE KONEVİ BİZİ GELECEĞE ÇAĞIRIYOR

Mona İslam

BİRBİRİNDEN FARKLI meslek ve meşreplerin birbirlerine yönelik eleştirileri sıradandır. Çoğu zaman “zaten beğenseydim orada olurdum” kabilinden zevk meselesi olarak algılanır. Ancak bu eleştirilerin zaman zaman ‘zevk meselesi’ olmayıp hakikaten fikri, nazari, birbirini tekmil edici bir yönleri de bulunduğunu da itiraf etmek lazım. Çoğu zaman eksik olduğu yerin hatırlatılması, bireysel nefislerde olduğu gibi cemaat ve oluşumların kollektif nefislerine de hoş gelmez. Ancak kemal isteğinde samimi olan her cemaatten küçük bir azınlık eleştiri ve tenkitlere kulak verir. Ben de bu yazıda o küçük azınlığı muhatap alma niyetindeyim.

Uzun yıllar Risale-i Nur derslerine gitmiş, okumuş, dinlemiş,yazmış, söylemiş biri olarak mesleğimizdeki arkadaşlarımızın Üstad Bediüzzaman’ın Telvihat-ı Tis’a Risalesi merkezli, bazen onu aşan, kendi yorumlarıyla genişlettikleri bir tasavvuf eleştirisine sıklıkla rast geldim. Nur Talebeleri’nin kendi mesleklerini Üstad Bediüzzaman’ın isimlendirmesi ile cadde-i kübra, sahabe mesleği, Kur’an talebeliği, hakikat mesleği gibi isimlerle adlandırdıkları, tasavvuf mesleğini ise hürmetle andıkları halde, eksik ve dar bir çerçeve olarak buldukları, hal ilmi, bireysel keşiflere dayanan bir ilim, belirli mizaçlara hitap edebilecek bir özel durum, hedefe ulaştırsa da dar bir sokak, herkese hitap etmeyen bir dil, şairane tahayyüller ile beslenmiş şatahatlar, tasvir-i iddia ile yetinen bürhan istemeyenlerin yolu, Kur’an’ın tüm insanlığa hitap eden, tüm ilimleri birleştiren külliyetinden bir cüz-i tarik , tüm insanlığı hakikate, İslam’a davet için yetersiz bir dil olmakla eleştirdiklerini bilirim.

Bazen ölçüyü aşan, bazen bilmeden konuşan, yer yer kendi mesleğinin taraftarlığını abartıp sufi kardeşlerini incitme ihtimali bulunan bu söylemden, uzun yıllar İhlas ve Uhuvvet Risalesi prensiplerine uygun olmayacağı kanaatimle uzak durdum. Zaten biz ne dersek diyelim ehl-i tasavvuf sözümüzü işitmiyor, Risale-i Nur’un temsil ettiği yeni durumu gerekli görmüyor, haddi aşan sözleri ‘çamur atma’ yahut en iyi ihtimalle cehalet addediyordu. Bizim eleştirilerimiz “dışarıdan” kabul ediliyordu. Mümin’in mümine eleştirisi yapıcı olmak durumunda iken bunda ısrara gerek yoktu. Zaten aklı başında kardeşlerimiz de durumu fark eder etmez, “kendi mesleklerinin muhabbeti ile hareket etmek” düsturuna dönüp tasavvufla ve sufilerle ilişkilerini tümden kesiyor, gördüklerinde selam vermek, “Allah yolunuzu ve yolumuzu açık etsin” demekle iktifa ediyorlardı.

Böylece iki tarafın da aslında birbirini eksik gördüğü ama eksik gördüğü tarafı tekmil etme şansının bulunmadığı bir vasatta bulunuyorduk.

Daha sonra Allah imkan verdi ve Doç Dr Ekrem Demirli’nin dersleri ve Arabi Konevi ekolü ile tanıştım. Tasavvufla tanışıklığım bu kapıdan oldu. Derslerini bir müddet takip edince bizim eleştirimize benzer bir eleştirinin tasavvufun içinden Arabi ve Konevi okulu namına Ekrem Hoca’nın dilinden yapıldığını hayretle gördüm. Hoca, yalın bir dille Arabi Konevi ekolünün anlaşılamadığını, Vahdet-i Vücud’a olan itirazların aslında tam da Arabi ve Konevi’nin esas maksatlarına yönelik olduğunu tespit ediyordu.

Birinden bir meseleyi aktarmak daima zordur. İnsan ancak anladığı kadarını kimi zaman eksik, kimi zaman hatalı aktarır. Ancak aktarımın avantajı belki aktarıcının fehmi ile de sınırlı olsa, onun yakın olup hitap ettiği kitleye sözün asıl sahibinden daha uygun bir dil kullanabilir olmasıdır. Havariler de İsa değildiler, ancak her biri farklı dillerden farklı kitlelere onun sözlerini ilettiler. Kuşkusuz tavşanın suyu kabilinden naklettiklerimi ilk dilden, Sn Ekrem Demirli’den dinlemek daha doğru olur, ancak anladıklarımı şöyle özetlemek isterim.

İlk dönem tasavvufu Cüneyd-i Bağdadi’ye kadar gelen bir tarihsel süreçte kendini hal ilmi, ahlak ilmi, bireysel tecrübelerin yönlendirdiği kimseyi zorunlu olarak bağlamayan anlayışlar, işaret tefsiri, bana göre, sana göre yollar ile tarif ediyordu. Talip olduğu alan cüz’i, söylemi cüz’i idi. Dervişlerin, yolun taliplerinin bireysel durumları ile ilgileniyor, hatta tenkitlere kapalı, salt müntesipleri tarafından anlaşılabilecek bir dil seçiyor, tüm İslam Medeniyetini geleceğe taşımaya dair bir iddia taşımıyor, kelam, felsefe, fıkıh, tefsir hadis gibi ekollerin alanlarına ilişmiyordu.

Bu mesele Füsus’ul Hikem’in Yusuf kıssası ile çok güzel anlatılır. Yusuf peygamber bir rüya görür, rüyası ona bir yaşam serüveni, bir seyr-i süluk yolu açar, kıssanın sonunda “Allah rüyamı hak çıkardı” der. Kıssa biter. Yusuf peygamberin tecrübesi bireyseldir. Rüyasının getirdikleri, önüne açılan yol, hikmeti bireyseldir, oradan ancak Yusuf olan gidebilir. Onun rüyasının muhatabı tüm insanlık değildir.

İşte tasavvufun ilk dönemde Yusuf peygamberin yolu gibi bireysel bir yol izlediğini görüyoruz. Tüm insanlığa söyleyecek hakikatlerin, dilin, ilimleri tevhid edecek bir yöntemin peşinde olmayan, bu yüzden dar bir yol, özel bir yöntem, cüz olarak kalan tasavvuf, “meraklısına” hitap eden elit, sofistike, dar bir çerçeve görünümünde.

Arabi dönemine geldiğimizde Arabi ve Konevi’nin tasavvuf anlayışlarının Vahdet-i Vücud ile isimlendirilen külli bir paradigmaya, varlığa, bilgiye, ahlaka dönük, zahiri batını kuşatan, tüm ilimleri kapsayan bir Metafizik İlmi(ilm-i İlahi) inşa ettiklerini, tasavvufa böyle bir rol biçtiklerini görürüz. Onlar felsefenin “kendinde şey” dediği Efendimiz’in “Bana eşyanın hakikatini göster” diye niyaz ettiği, hakikat-i alemin bilgisine Muhammedi veraset yolu ile ulaştıklarını, bunu tüm varislerin yaptıkları gibi aktarabilecek bir dile sahip olduklarını iddia ederler. Artık “bana göre” olandan “hakikatine göre” olana gelinmiştir. Bu ise iddialı bir söylemdir, alemi böyle okumayanlara “eksik” demektedir ve kuşkusuz “eksik” dediklerine de bir meydan okuma içermektedir.

Kimilerinin küfürdür diyecek kadar ileri gittikleri Vahdet-i Vücud itirazlarının sebebi daha önce kendi alanında kimseye ilişmeden yaşayagelen bir yolun, genişlemesi diğer ilim mensuplarının yöntemlerine meydan okuması, ve onların eksiklerini tekmil etme iddiası taşımasıdır. Bu anlamda tasavvuf Arabi ve Konevi okulunda Metafizik ilmi adıyla anılacak tümel bir ilimdir. Büyük bir şemsiyedir, tüm ilimleri kapsama, içine alma iddiasındadır. Kendini biz Nurcuların çok aşina olduğu biçimde “Hakikat mesleği” olarak mensuplarını ise muhakkik olarak tanımlar. Yine biz nurcuların iyi bildiği gibi böyle tümel bir iddia sahibi metot kendinden öncekiler tarafından kuvvetle reddedilir. Bir benzeri Yahudi ve Nasraniler tarafından “Sizi reddetmiyor, eksiklerinizi tamamlıyor, yanlışlarınızı düzeltiyorum” diyen Efendimiz’e ve İslam’a yapılmıştır. Çünkü böyle bir iddia karşısında yapılacak iki şey vardır ya kubul edip o şemsiyenin altına gireceksiniz, ya da reddedip onunla kavga edeceksiniz.

Arabi’nin dilinden bunu örneklersek, Yusuf peygamberin rüyasına ve bireysel rüyasının hak çıktığına dair söylemine karşı, Efendimiz gelir ve “İnsanlar uykudadırlar ölünce uyanırlar” der. Tüm insanlığın durumuna, rüyasına ilişkin bir tabir, bir seyr-i süluk, bir cadde-i kübra, bir tümel hikmettir artık söylenen. Arabi bu bahsi “Muhammedi Yusuf gelir ve der ki…” diye dillendirir. Bazen tümel hakikatleri dile getiren kişiye peygamber varisi, bazen muhakkik der. Ancak, bizim aşina olduğumuz biçimde yolunun Peygamber varisliği, cadde-i kübra yolu, dilinin tüm insanlığa hitap eden bir dil, ilminin tüm ilimleri kuşatan bir ilim olduğunu ifade eder.

Biz nurcular sufilerin kalp ayağıyla süluk ettiklerini, tüm latifelerini kullanmadıklarını, bu sebeple aklı felsefe ile nefsi medeniyetin cazibesi ile yaralı insanlara söyleyecek bir sözleri olmadığını söyleriz. Arabi ekolü de bizim “kalp ayağıyla süluk etmek” diye isimlendirdiğimiz keşfin bilgisini bilgi kaynaklarından sadece biri olarak görmektedir. İnsanın kevn-i cami olarak külli hakikate muhatap olabilmesi için tüm latifelerini vehim ve hayalini, aklını, nefsini, bedenini, kullanması gerektiğini yoksa hakikati kavrayamayacağını ifade eder. Bu nurcuların “aklı kapının dışında bırakmak” “bazı yerlerde gözü kapalı gitmek” ,“Şatahata kapılıp mizanı bozmak” ile itham edilen tasavvufa bir daha bakmalarını gerektirecek bir durumdur. Ya bizim bildiğimiz tasavvuf tasavvuf değildir, ya Arabi ve Konevi’nin yaptığı şey tasavvuf değildir. Şayet içinde tüm ilimleri barındıran Arabi ve Konevi külliyatına tasavvuf denecek olsa, o zaman Risale-i Nur’a da tasavvuf demek icab edecektir. Risale-i Nur’a hakikat mesleği deniyorsa, bu okula da öyle demek icab edecektir.

Beni hem bir nur talebesi hem de tasavvuf ile alakadar bir mümin olarak heyecanlandıran şey bizim senelerdir dışarıdan yaptığımız eleştiri ve tespitlerin içeriden Ekrem Demirli tarafından yapılıyor olduğunu görmek oldu. Kuşkusuz Ekrem Bey’in bizim söylemlerimizden farklı olduğu taraflar var, ancak tasavvufun hal ilmine, keşif ve kerametin bilgisine, aktarılamayan bireysel tecrübenin “tatmayan bilmez, ben ol da bil” söylemine hapsedilmemesi, her meşrepten, her bilgi birikiminden mümine, hatta müslüman olmayana dahi hitap edebilecek bir dil kurması gerektiği konusunda tetabuk ediyor. İşin ilginç tarafı bizim son dönemde Risale-i Nur mesleği ile cadde-i kübraya, varislerin mesleğine dönüş çabamız Arabi ve Konevi tarafından da ısrarla dile getirilmiş, sadece tasavvufu değil, kelamı, felsefeyi, tabiat ilimlerini de kuşatacak bir tümel ilim, her ilmin mensubuna hitap edecek külli ve kuşatıcı bir dil, her sâlike yol gösterecek, çok şeritli bir cadde-i kübra kurma çabasına girmiş olmaları.

İslam medeniyetinde tüm ilimlerin kemale erdiği ve hepsinin birleştirildiği, eksiklerinin tekmil edildiği yerde, bir kurucu düşünür olan Muhyiddin Arabi’nin ve hocanın onsuz bu okulun anlaşılamayacağını ifade ettiği Sadreddin Konevi’nin anlaşılmamış, muhatap bulmamış, kitaplarında kurdukları düşüncenin hayata geçmemiş olması, bizim bu tecrübeyi bilmeme sebebimiz. Bugün bizim için tasavvufun bize en yakın noktası olan, Üstadımızın Ulum-u İslamiyenin Mucizesi sıfatıyla andığı Arabi Konevi ekolü hala anlaşılmayı, tartışılmayı, üzerine yazılıp çizilmeyi bilgi ve düşünce dünyamızın damarlarında dolaşmayı bekliyor. Bu konuda yapılacak her çalışma, gösterilecek her çaba, oynatılan her kalem verilen her ders, söylenen her söz hatalı bile olsa sarf edilen her anlama gayreti bir değer arz ediyor.

Kanaatim o ki Ekrem Demirli’nin söyledikleri hala muhatapların kulaklarına erişmiyor. Zira sözleri hakkıyla işitilse bu hem tasavvuf alanında bir tecdide, hem medeniyetimizde büyük fütuhatlara sebep olacak bir çağrı. Geleneksel tasavvufun mensupları tarafından onun “Arabi ve Konevi’yi hakkıyla anlamadılar” dediği nasıl karşılandığını bilmediğim bu çağrı anladığım kadarıyla bir devrim bir tecdid çağrısı. Ancak hoca tecdidi yahut devrimi kendine değil Arabi’ye atıfla yapmakta. “Kitapla olmaz” diyenleri kitaba, nazariyata temkinle yaklaşanları nazariyata, aklı küçümseyenleri akletmeye, irfanı şifrelere ve edebiyata saklayanları açık ve tüm insanlığı muhatap alacak bir dile çağırmakta.

Arabi ve Konevi dönemi tasavvufun(metafizik ilmi anlamında) kemal dönemi, o dönemin ardından tasavvuf zevale doğru meyl ediyor. Yeniden külli iddiasını terk ederek, cüz-i dar bir yola dönüşüyor. Üstadın tabiri ile Arabi Konevi okulu görünüşte mazi de olsa tasavvufun hala âtisini temsil ediyor. Oraya doğru her çaba tasavvufla beraber medeniyetimizi ileri taşıyacak kanaatindeyim.

Arabi ve Konevi asırlar öncesinde değil, asırlar sonrasında bir yerde durmuş, ehli tasavvufu, müminleri, insanları çağırıyorlar. Durdukları yer daha geniş, marifetleri külli, bize kevn-i câmi olduğumuzu hatırlatıyor, cüz’i olan hiç birşeyle mutmain olmayan, daima “hel min mezid” diyen varlığımızı külli olana çağırıyor, tüm latifelerimizle, tüm ilimlerimizle, tüm varlığımızla hiçbirşeyi geride bırakmadan, sadece ahireti değil “annemiz” dedikleri dünyayı da yanımıza katıp bir seyr-i süluk’a, varisi oldukları Hakikat-i Muhammedi’ye çağırıyorlar. Temiz bir niyet ve titiz bir çaba ile kulak verildiğinde en çok biz Nurculara akraba gelecek bir çağrı bu. Göreceğiz ki müşterekimiz farkımızdan kat kat çokmuş.

Hoca bir sempozyumda şöyle ifade ediyordu. “Arabi ve Konevi Osmanlı’da şahsen hürmet görseler de anlaşılamadılar, fikirlerine gerçek muhtap bulamadılar. Umarım bizim dönemimizde bulurlar”. Acizane aynı şeyi Üstad Bediüzzaman için söylemem mümkün, ferdi bazı çabaların, bazı entellektüellerin dışında Nur Talebeleri’nin çok büyük hürmet ve muhabbet gösterdikleri Bediüzzaman’ı ne kadar anladıkları ne kadar muhatap oldukları, hayatı onunla ne kadar dönüştürdükleri, fikirlerinin ne kadar damarlarında dolaştığı, kurucu düşünür oluşundan ne kadar istifade edilip bir yeni medeniyet fikrine ne kadar vesile olduğu tartışılır. Onun şahsına muhabbetten ziyade Risale-i Nur’a muhatap arayışına ne kadar benziyor hocadan dinlediklerim. Dilerim Üstadımız anlaşılmayı Arabi ve Konevi kadar çok beklemez. Dilerim Arabi ve Konevi okulu da bunca yıldan sonra yeniden ihya olur.

  07.05.2012

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut