Arşiv

Sonsuzluğa Yolculuk

UYANDIM. GÜN daha doğmamıştı. Perdeyi aralayıp, şöyle bir süzdüm sessiz sokakları, kızarmaya durmuş gökyüzünü. Düşündüm; ne olurdu bu sabah uyanmasam, yürümesem sokakları? Ya da hiç açmasam perdelerimi, günışığı girmese odama gün boyu? Arkadaşlarımı aramasam, kimseyle konuşmasam?

Ne mümkün? Bir kere kucaklamış dünya beni. Daha doğar doğmaz annem, babam, kardeşlerim kucaklamış beni. Yavaş yavaş herşey, herkes bir sevgi halkası olmuş etrafımda. Sonra sonra ben de kucaklamışım dünyayı, herkesi, herşeyi. Sevdiklerim, arkadaşlarım olmuş. Bir küçük çiçek, bir günışığı, mavi gökyüzü, bulutlar... gelmiş, kalbime taht kurmuş.

Yaşadıkça, gördükçe, tattıkça daha bir kuvvetlenmiş herşeyin tahtı kalbimde. Duygularım çevreme iyice kök salmış. Kopmaz olmuşuz sevdiklerim ve ben. Her biri bir parçam olmuş. Benden birer parça. Sıkı sıkıya kucaklaşmışız herşeyle. İnsanlarla, kâinatla, dünya ile.

Ama dönen bir dünyayı kucaklamışım. Durmayan, dönen bir dünyayı. Evet, dünya dönüyor. Hem de sevdiklerimle birlikte. Her sabah gözbebeklerime doldurduğum sevgili güneşimi, sevgili günışıklarıyla alıyor, veda ettiriyor. Ardında ufkun hüzünlü kızıllığını bırakarak. Çiçeklerimi, yapraklarımı alıyor, sonbaharın alacakaranlığına döküyor ölgün, solgun bir halde. Sevdiklerimi alıyor yıllar, ölen her tanıdığımla, kalbimde kurduğum sevgi sarayından bir tuğla düşüyor. Ömür binam yıkılmaya yüz tutuyor. Biliyorum, bir gün beni de alacak. Beni sevdiklerimden, sevdiklerimi benden koparacak. Benim ömür binam yıkılacak, torunlarımınkinden ise bir tuğla düşecek. Belki ağır bir tuğla.

Ne güneşten, ne yapraktan ayrı kalmak istemiyorum aslında. Öyle ki, her birisinden ayrılırken bile tekrar kavuşacağım anın hasretiyle teselli ediyorum kendimi. Evet, evet, akşamın kızıllığı ufku kapladığında karşı ufuktan şafak kızıllığını görmüş gibi oluyorum. Hele karanlık herşeyi iyice gizlediğinde, sabahın sıcacık hasreti sarıyor içimi. Dalından kopup, toprağı kucaklayan her yaprakta ilkbaharın yeşilliğini hayal ediyorum. Sararmış her yaprak, sonbahar rüzgârlarıyla bahara savruluyor hayalimde. Sevdiğim biriyle ayrılırken, hep tekrar buluşacağımız vakti konuşuyoruz. Hep "Görüşmek üzere!" ayrılıyoruz, nedense.

Sahi, neden illâ da buluşmak isteriz? Hep beraber olmayı, birlikte kalmayı arzularız? Bir defa da, "Hiç görüşmemek üzere" ayrılsak ya?

Olmuyor işte. Sevgi ve hiç buluşmamak bir arada yaşayamıyor. Sevdiklerimizle beraber olmak istiyoruz. Beraber olamayacaklarımızı sevemiyoruz.

Eğer gerçekten seviyorsak, sevdiğimizle bir daha görüşmemek aklımıza sığmaz. Bir daha kavuşmamacasına ayrı kalmayı kalbimiz taşıyamaz. Taşıyorsa sevmiyor demektir, seviyorsa zaten taşıyamaz.

Ne zaman tatlı bir menekşe kokusu duysam, bir an çocukluğumun baharlarına kayar hayalim. Gelecek baharların menekşelerini düşünürüm. Belki, menekşe kokusuyla beraberliğimiz sadece bir an sürecek. Belki biraz sonra solacak, bitecek. Ama hiç önemi yok. Hiç solmayan bir menekşeyi, geçmiş baharın menekşelerini geçiriyorum zihnimden sıra sıra. Anlık menekşeyi o baharlara iliştiriyorum. Kokusunu o baharlara katıyorum. Bir anlık beraberliğimiz kanatlanıyor. Şu ânın daracık vadisinden gelecek ve geçmişin geniş ovasına uçuyoruz beraberce. Hayalimde benim ölümsüz, menekşenin solmaz olduğu bir ülke kuruyorum. Menekşeyi ortasına koyuyor, orada seviyor, orada okşuyorum. Şu ânın gelip geçiciliğini hissetmiyorum bile. Yine kavuşmak, "Buluşmak üzere!" ayrılıyorum menekşeden. Başka türlüsüne razı değil gönlüm.

Ama "Nereye kadar bu ülkenin sınırları?" diyeceksiniz. Bir gün gelecek, herşey ölümün soğuk duvarına dayanacak. O gün gelecek, kokladığım gül kokusu sonuncusu olacak. Biliyorum, ayrılacağım dünyadan, herşeyden. Ama bir daha buluşmamacasına mı? Baharları bir daha görmemecesine mi? Çiçekleri bir daha koklamamacasına mı?

Hayır, gönlüm buna da razı değil. Böyle bir ölümü istemiyorum. Siz de istemezsiniz. Bir serçe kuşu olsaydık, belki böylesine razı olurduk. Hani bir ağacın yaprakları arasında geçmiş anlardan kopuk, geleceğimizden habersiz yaşıyor olsaydık, ölümün ayrılığını hiç hissetmeden. Gamsız tasasız, kedersiz; günümüzü gün, anımızı an edebilirdik belki. Gelip geçiciliğini bir tarafa bırakıp, her ânımızın keyfini çıkarabilirdik belki. Ayrılık acısı saplanmadan her buluşmamızın tadını çıkarabilirdik doyasıya. Çünkü buluştuğumuzda ayrılacağımızı bilmez, bilemezdik. Yediklerimizi bitecek endişesi olmadan yer, sadece bittiğinde üzülür, üzüntümüzü geçmişte bırakıp gider, eskiden kaybettiklerimizin elemini taşımazdık kalbimizde.

Ne çare geçmişi de, geleceği de kalbimizde taşıyoruz işte. Geçmişte kaybettiklerimizin kalbimizdeki yeri boş hâlâ. Şu an herkesi kucaklarken, bir gün gelip teker teker hepsinden ayrılacağımızı biliyoruz. Geçmişin elemleri, geleceğin endişeleri var kalbimizde. Ve hepsi de şu anda. Ne geçmişin elemleri geçmişte, ne de geleceğin endişeleri gelecekte. Hepsi gelmiş, şu ânımızın kapısına dayanmış. Biricik "şimdi"mizin kalbine saplanmış. Açıkçası, sadece ayrılırken duymuyoruz ayrılığın acısını. Ayrılmış olmanın da, ayrılacak olmanın da sancısını duyarız şimdi, şu an. Ölümü de şimdi düşünürüz.

Ölüm eğer "Bir daha buluşmamak!" ise, bir daha buluşmayacak olmanın acısını şimdiden duyarız. Şu ânımızda yaşarız hiçliği, yokluğu. "Şimdi"mize komşu olur hiçlik. Şimdinin lezzetleri solmuş, sararmış bir halde ayrılığın dipsiz uçurumuna savrulur. nın altın sütunları devrilir. Ümitlerimiz, hasretlerimiz çöker birer birer. Sevgilerimiz cılızlaşır. Her ânın ötesinde berisinde hiçliğin, yokluğun soğuk duvarlarına toslar hayallerimiz. Dağılır, kırılır. Ümitlerimizin yıkıntısı altında kalırız.

Duygularınıza bir sorun ölümü. İstemiyorlar, değil mi? Hiç buluşmamacasına ayrılmayı, ölümün bir daha kavuşmamak oluşunu istemiyorlar.

Ölümü hiçlik, yokluk diye tarif etmiyor duygularımız. İstiyorlar ki, sonsuzluk olsun; ayrılık değil, kavuşmak olsun. Ayrılmamacasına, bitmemecesine kavuşmak olsun.

Sahiden duygularımızın tarif ettiği gibi bir yeni başlangıçsa ömrümüzün bitişi? Sonumuz başlangıcımızsa? Mesela bir çekirdeğin toprakta çürümesi gibi. O zaman her ânımıza sonsuzluk komşu gelir. Herşeyin gelip geçiciliği sonsuz bir okyanusta tatlı bir kıpırtı olur. Şu ânımız bitmezliğin, tükenmezliğin eşiğine yanaşır. Şimdinin daracık duvarlarından pencereler açılır sonsuzluğa, geçmişe, geleceğe. Duygularımız alabildiğince uzanır, zamanın her iki kanadına kök salar. Ve dönüp şu ânı, "şimdi"yi o geniş kanatların içinde saklı bir inci tanesi gibi sever, sonsuzcasına yaşarız şimdilerimizi. Sevgilerimiz gül goncası gibi açılır. Herşeyi, herkesi gelip gidişleriyle, tatlı çalkantıları ile kucaklarız. Kucaklaşırız, kaygısızca. Ebediyetin kollarında salınırız beraberce. Sonsuzu yaşar, cenneti kucaklarız.

Hangisini istersiniz? Her an ölmeyi mi? Yoksa, her anda her zamanı yaşamayı mı?

Evet, sonsuzluğa açız; sonsuzluğa susamışız. Sonsuzluk için var edilmişiz. Ve oraya gönderiliyoruz.

  28.12.2003

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut