28 ŞUBAT DERSLERİ

28 Şubat ‘post-modern’ darbesine ilişkin yargı süreci, Türkiye’de yargı yoluyla darbelerle yüzleşme gibi, vesayet sistemini derinden sarsan bir sürecin şimdilik nihai aşamasını temsil ederken, TBMM’de kurulma aşamasında olan darbeleri araştırma komisyonu, aslında adı konmasa da, bir tür ‘hakikat ve barış’ komisyonu fonksiyonu da ifa edecektir.


YÜZLEŞME, TOPLUMSAL barışın demokratik zeminde inşası için zorunlu. Yeni yaralar açmak için değil, açılmış derin yaraları fark etmek ve onarmak için... Acıları açığa çıkarıp, ikrar edip paylaşarak azaltmak için zorunlu.

TSK emir ve nehiyleri

İdamla yargılanan imam-hatipli gencin trajedisini niye şimdi fark ettik? Sürekli mobbinge maruz bırakılan, işleri ellerinden alındığı gibi, hiçbir kamu kuruluşunda görev almamaları ve toplumdan dışlanmaları için sürekli takibe alınan TSK personeline dönük ‘cadı avı’ndan, şimdi cadı avından bahsedenler hiç haberdar oldular mı? Siz hiç kışlalardaki “rütbeli personel giremez, takke-tesbih-cübbe-sarık gibi ‘irticai’ unsurlar kullanılamaz, Arapça yazılı kağıt-levha bulundurulamaz” talimatların asılı olduğu mescitlerde, yedek subay olma ayrıcalığınızı kullanıp namaz kıldınız mı?

Kışlada namaz!

Sabah namazı için Tuzla Piyade Kışlası’ndaki camiye gittiğinizde düzenli olarak caminin kapalı tutulduğunu ama yine de pencerelerden içeri ‘sızma’ yaparak giren ‘vatan evlatlarının’ traji-komik hallerine şahit oldunuz mu? Başörtülü eşiniz ya da yakınınızla yolda yürürken “Silahsız Kuvvetler” mensuplarının sözlü taciz ve tükürüklü saldırılarına uğradınız mı? Milyonlarca kadının, medeni cesaretlerinin kırılarak toplumdan dışlandığını, eğitim ve çalışma hayatının dışında bırakıldığını, en önemlisi de bağımlılığa mahkum edildiğini neden görmediniz? Toplumsal ve siyasi empatiyi geliştirmenin yolu illa herkesin aynı acılara maruz bırakılması mıdır? 28 Şubat sürecini anlamak ve Türkiye’de sivil toplumun Kemalist vesayet sistemiyle kurulmuş olan bağını değerlendirebilmek açısından, 28 Şubat sürecinin “Silahsız Kuvvetlerini” teşkil eden iç aktörleri içinde “beşli çete” olarak anılan oluşuma özel bir paragraf açmak istiyorum. Antonio Gramschi’nin sivil toplumun kapitalist egemen kültüre özümsenmesinin önlenmesinin Marksist devrim için zorunlu olduğunu belirten teorisi, İsrail güdümlü 28 Şubat aktörlerinin “topyekun savaş” taktikleri içinde Türkiye’de adaptasyona tabi tutarak uyguladıkları bir teori oldu.

‘Silahsız kuvvetler’

Cuntacıların suflörlüğündeki Güven Erkaya’nın “Silahsız Kuvvetler”i, Türkiye’de sivil toplumun sivilliğinin ortadan kaldırılarak vesayet sistemine eklemlenmesinde, en azından o dönem itibariyle, son derece başarılı bir performans ortaya koydular. Bu performansın başrolünde Beşli Çete olarak anılan oluşum vardı.

Türkiye’de yeni anayasa çalışmaları açısından da dikkatle değerlendirilmesi gereken bir problem alanı, bazı meslek kuruluşlarına 61 ve 82 Anayasalarında ‘kamu kurumu niteliği’ atfedilmesi, böylece STK’lar içinde önemli bir yere sahip olan odalar, barolar ve birliklerin, kamu gücüyle mücehhez kılınarak ‘devletleştirilmesi’ ve siyasetin sivil toplum düzeyindeki yansıma gücünün zayıflatılmasıdır. Örgütlü toplum yerine ‘örgütlü devleti’ önceleyen bu yaklaşım, siyasete devlet dışında özerk bir alan tanımayan, her şeyi, toplum için doğruyu belirleme yeterliğini haiz öncü ilerleme gücü olarak bürokratik siyasi iktidarın vesayetinde bulundurmaya dayalı, Cumhuriyetin kurucu felsefesinin demokrasi karşıtı yapılanmasının tezahürüdür. Toplum içindeki farklılıkları, ‘imtiyazları’ değil, çatışma olarak algılayan, bu çerçevede sınıfsal farklılıkların mesleki tezahürlerini de korporatist bir yapı içinde uyumlulaştıran Kemalist kurucu irade, CHP dışındaki her örgütlü gücü ortadan kaldırarak bunu yapmıştı. 1937’de CHP’nin ilkelerini Cumhuriyetin anayasal ilkeleri haline dönüştürerek de bunu güvence altına almıştır.

Sendikaların laiklik direnişi!

28 Şubat sürecinde Refah-Yol Hükümeti’nin açık darbeye gerek kalmaksızın iktidardan uzaklaştırılması sürecinde “seferberlik görev emirlerinin” tebliği, Genelkurmaydaki brifingler yoluyla gerçekleşmişti. Medyanın zemin hazırlayıcı olduğu bu süreçte, yargı da bitirici hamleleri yapmakla görevlendirilmişti. Birisi suç ihdas ederken, öbürü de ihkak-ı hak yoluyla cezalandırmada bulunuyordu. Bu arada, ancak faşist siyasi sistemlerde gördüğümüz korporatist yapının, 28 Şubat sürecinde demokratik olduğu varsayılan bir sistemde son derece başarılı bir biçimde uygulamaya konulduğunu görüyoruz. İki işçi sendikası, TÜRK-İŞ ve DİSK, iki esnaf konfederasyonu TOBB ve TESK ve bir işveren sendikası, TİSK, kendilerine verilen sefer görev emrini yerine getirmek için başarılı bir biçimde mobilize oldular. Öncelikle, bu birliktelikteki anomalilere bakalım. Bırakın karşıt çıkarları temsil eden grupların birlikteliğini, benzer çıkarlar arasında bile rekabet alanının varlığı demokrasinin işaretidir. Bugün ne memur, ne de işçi sendikaları sınıfsal politikalar konusunda kolay kolay bir araya gelemiyor. Uzlaşma kültürü demokratik siyasi kültürün nasıl ayrılmaz bir parçasıysa, mesleki/sınıfsal çıkarların ideolojik/siyasi ve tabii kişisel rant uğruna “satılmaması” da demokratik siyasi kültürün etik bir parçasıdır. TÜSİAD’ın saha kenarındaki desteğiyle bir araya gelen ve zati olarak çatışan çıkarları temsil eden bu “kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleri” parlamentonun güvenine sahip bir hükümete karşı asker içindeki darbeci oluşumla işbirliği yapmakta bir beis görmediler. Brife edildiler, eğitilip bilinçlendirildiler, “cepheye sürüldüler”. Büyük bir coşkuyla, İstanbul’un burçlarına fetih sancağı diker gibi mobilize oldular. Bildiriler yayınladılar, gazete ilanları verdiler, irtica heyulasının hükümet ayağını hak ile yeksan edip istifaya sürükleyen sürecin en önemli “silahsız” ama sivil olmayan ayaklarından biri rolünü üstlendiler.

Kum gider, sel kalır. An’a sıkışıp zamandan kopanlar, bin yıllık bir süreç olarak tanımladılar yel değirmenlerine karşı Don Kişot’un açtığı savaşı. Çok değil 15 yıl sonra bu süreci muhasebe ediyoruz. Süngü üzerine iktidar kurulamayacağının en açık örneklerinden birini yaşadık. En başta, ücretli kesimi perişan eden, kamu kaynaklarının 28 Şubatçı soyguncular tarafından talanı karşısında, beşli çete mensupları bugün ne düşünüyor acaba? Sincan’da kurulacak bir demokrasi müzesinde bence beşli çeteye de mutena bir yer ayrılmalı. Yazılı, görsel-işitsel materyalin yanı sıra Alman Parlamentosu’nda NAZİ döneminin isimlendirilmeyen kara tuğralarla ifade edilmesi gibi, bu müzede, askeri darbeler, süreçleri ve aktörleriyle birlikte “kara”larla sergilenirken, demokrasinin konsolidasyonunu sağlayan, olay, kişi ve süreçler de “ak” tarafta yer almalı. Demokrasi bilincinin gelişmesi, anti-demokratik süreçler konusunda ortak bir sivil bilincin varlığını gerektirir. Darbelerden hicap duyulması yeni kuşaklara eğitim yoluyla aktarılacak en önemli değerlerden biridir. Bizde, siyasi tarafların hala bu konumdan uzak olduğu ortada. Darbeleri kendi ideolojik çıkarlarına göre sınıflandırarak, iyi-kötü darbe ayırımı yapanların demokrasiyi bir rejim olarak benimsemedikleri açık. Oysa, demokrasinin konsolidasyonu açısından bu hem kabul edilemez bir anomalidir; hem de darbe heveslileri için müşevvik bir unsurdur.

Beşli çete olarak anılan oluşumun üç üyesinin daha sonra Kemalist sol gelenek içinde siyaset yapan partilerden milletvekili seçilmeleri, Kemalist solun Milli Demokratik Devrim geleneğiyle göbek bağının sürdüğünü ortaya koyuyor. Şimdi ‘muhafazakar’ bir görüntü veren TOBB’un o zamanki başkanı Fuat Miras’ın “Sünnileri cepheye sürmekten” söz eden vatansever direnişi, TOBB tarihinin ‘saygıdeğer’ bir sayfasını oluşturuyorsa, TOBB’u demokratik bir meslek kuruluşu olarak görmek mümkün müdür? O zamanki DİSK Başkanı Rıdvan Budak, şimdilerde hata yaptıklarını, laikliği değil sınıfsal çıkarı çıkış noktası olarak görmeleri gerektiğini söylüyor. Gramschi, kapitalist sistem içinde kaçınılmaz olarak “ezilen ve sömürülen” sınıf olduğu için bu sistemin sahiplerine karşı mücadele içinde olması gereken işçi sınıfının neden kapitalist partilere oy verdiğini, vatansever duygularla cephelere akın edip kan döktüğünü anlamak için, kapitalizmin sivil toplumu domine eden egemen kültürü ile mücadele etme yamasını Marksist teoriye monte ediyordu. Demokratik konsolidasyonu önemseyenler için de bence şu soru kılavuz bir değere sahiptir: Rıdvan Budak’la Refik Baydur’u aynı cephede selam durup saf tutmaya iten faktörler, şahsi ikbal hevesleri dışında, nelerdir? Nasıl oluyor da, tamamen kurmaca olduğu belli olan bir senaryo içinde bu kişiler kendilerine verilen “figüran” rollerini aşk ve şevk içinde kabul ettiler? Demokratik bir siyasi kültürün inşası açısından bu sorulara verilecek cevaplar önemlidir. Bu cevapların sivil bir bilincin inşasındaki değeri de büyüktür.

‘Hukuk bir gün herkese lazım olur’

28 Şubat, yol açtığı acılar ve yaralarla, bunların fail ve mağdurlarıyla çok canlı bir süreç. Bu sürecin yeni bir demokratik sivil bilincin toplumsal ve siyasal bir ortak payda olarak inşasına vesile kılınması gerekiyor. Adalet adildir; intikama yer vermez. Burada karşılık bulmamış zulümlerin Mahkeme-i Kübra’da çok daha ağır bir karşılık bulacağı muhakkak. Bundandır ki, “zalimler için yaşasın cehennem!” Ama bu dünyada muhasebesi yapılabilecek ve elan yürümekte olan süreç için şu söylenebilir: “Zalimler için yaşasın adalet!” Ne diyordu, 28 Şubat’ın CumhurbaşkanıDemirel: “Hukuk bir gün herkese lazım olur!” 28 Şubat mağdurları, hukuka razıdır; yeter ki bu hukuk adil olsun. Beşli Çete’den artık pek ses çıkmıyor. Mahcup ve sinikler. Onları en çok kahredecek şey ise, intikam ya da yeni mağduriyetler oluşturmak değil, hukuk önünde “adil kaderin mahkumları” olarak hesap vermeleridir.


* Bu yazı ilk defa Star Gazetesinde yayınlanmıştır.

  02.05.2012

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut