‘ARABA SEVDASI’ bitmedi mi?

Milyonlarca insanın konuştuğu ve edebi kabiliyeti Farsça ile karşılaştırılabilecek bir dilin, Kürtçenin, kıyıma uğratılmış olması, hiç de ‘medeni’ olmayan bir sürecin ürünüdür. Kürtçe böyleyken, Türkçe de, ‘özdil’ mottosu etrafında geliştirilen Arapça-Farsça düşmanlığı sebebiyle, bugün ne imparatorluk dili, ne de ‘medeniyet dili’ durumdadır.


BU YAZIDA, “medeniyet dili” tartışmalarına tarihi bir derinlik kazandırarak yaklaşmak ve bu tartışma vesilesiyle ortaya çıkan “milli/insani duruş”a ‘ayna’ tutmak istiyorum.

19. yüzyıl liberalizmi, burjuvazinin taşıyıcılığını yaptığı serbest pazara dayalı, bilim ve sanatın ışığıyla aydınlanan bir dünya devleti yolunda, ulus-devleti tarihin ileriye doğru yürüyüşünde önemli bir dönemeç olarak görmekteydi. Bu ilerlemeci ve evrimci tasavvur, tarihi ilerlemeci bir bakışla kavrarken, onu aynı zamanda milletin oluşum aşamaları olarak idrak etmekteydi. Benimsediği emperyal vizyonla, medeni olma keyfiyetini sadece Avrupa kıtasında ortaya çıkan ve liberal ulus devlet modeline uyumlu 12-13 civarında devlete hasrederken, millet olabilmek için de yaşayabilir bir büyüklüğe sahip olabilmeyi şart görüyordu. Bu bakımdan daha büyük siyasi bütünlükler oluşturmaya dönük milliyetçi hareketler önemsenirken, içinde İrlandalıların da bulunduğu, İskoçlar, Basklar, Keltler vb. küçük toplulukların tamamı, milliyet ilkesinin dışında, asimilasyonla tarihin ileri yürüyüşüne katılmaları gereken, böylece medeni bir insanlık durumuna kavuşacakları varsayılan topluluklar olarak telakki ediliyordu.

‘Reel millet’ teorisi

E. Hobsbawm, utiliter liberal düşüncenin en önemli ismi J. S. Mill’den şunları aktarır: Bir Briton ya da Fransız Navarra’sından bir Basklının... Fransız yurttaşlarının bütün ayrıcalıklarına eşit ölçüde sahip olarak Fransız milliyetini kabul etmesinin, dünyanın genel hareketine katılmadan ya da ilgi duymadan kendi dar zihin yörüngesinde dönerek, geçmiş zamanların yarı vahşi kalıntısı olan kendi taşına toprağına bakarak yüzünü asmasından daha zararlı olduğunu kimse iddia edemez. Aynı sözler Britanya milletinin üyeleri olarak Galli ya da Kuzey İskoçyalılar için de geçerlidir.

Kapitalizmin dünyasında, sadece pazarda karşılığı üretilebilen şeylerin hayat hakkı vardı. Bir dilin, konuşanına sağladığı kariyer imkanları ve onu dünya ile bütünleştirme derecesi, aynı zamanda onun yaşama liyakatinin de ölçüsüydü. Bu yüzden asimilasyona dayalı bütünleşme süreçleri, asimilasyona tabi tutulan toplulukların çıkarınaydı; çünkü uzun vadede bu küçük grupların mensupları daha üst bir medeni düzeye sahip çoğunluk toplumunun üyeleri haline gelecekti. Coşkun Kırca mezarından doğrulup bu tartışmaya katılabilseydi, bu fikri hararetle destekleyecekti. Sosyalist K. Kautsky de, “reel millet” haline gelmekten “folklorik miras”a dönüşmeye dayalı bu süreci alkışlayanlardandı: “Milli diller giderek ev içine hapsolacak, hatta ev içinde bile miras kalmış eski bir aile mobilyası, pratik yararı olmasa bile saygıyla korunan bir eşya muamelesi görecektir.”

“İlerleme olarak millet” anlayışı 19. yüzyıla damgasını vurduğu gibi, İkinci Dünya Savaşı’na kadar da tesirini sürdürdü. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de asimilasyoncu eşitliğe dayalı “ilerleme olarak millet” anlayışını Kürtlere dönük devlet politikalarında aktif bir biçimde uyguladı. Kürtlerin Türkleştirilerek geniş toplumun üyeleri haline getirilmeleri, gerçek bir asrileşme/medenileşme süreci olacaktı. Konuştukları dilden verdikleri selama, sofraya oturma biçimlerinden yediklerine, üstlerine ve kafalarına giydiklerinden tuvaletlerini yapma biçimlerine kadar her şey “mutlu bir Türk” olma formülünün simyavari esrarında mündemiçti. Rousseaucu sivil dinin yurttaşları haline gelebilmeleri için, ibadet dilinden hijyene kadar her şey Cumhuriyetin asrileşme davasının tezahürleriydi. Kürtler ise bu asrileşme süreciyle “asil vahşi” olmaktan kurtulacak, insanca yani Türkçe konuşmaya başlayacak, başına kasketi, altına pantolonu koyduğunda artık bir Türk gibi hissetmeye, onun gibi davranmaya ve onun gibi söyleşmeye başlayacaktı. İsviçre hukukuna göre evlenmesi, İtalyan hukukuna göre yargılanması ya da Fransız hukukuna göre ticaret yapması ise yalnızca medenilik alametleriydi.

Gayri medeni müdahaleler

Ne var ki ‘kımıl’ Kürtçe kımıldıyordu. Kürt köylülere hizmet eden ehli hayvanlar, kendilerine verilen Kürtçe komutlara göre davranmaya devam ediyor, bebekler Kürtçe konuşan annelerine “gülücükler” dağıtmaktan vaz geçmiyordu. Gün geldi, anlaşılmayan, ne olduğu tespit edilemeyen, hadi resmi ağızla ifade edelim, “bilinmeyen”, kökü el-hak yeraltından gelen bu dil, evlerden sokaklara, oradan şehirlere, gazetelere, kitaplara ve nihayet televizyonlara, sinemalara kadar tüm medya ortamlarında varlığını duyurdu. Kürtçenin maruz bırakıldığı “gayrı medeni” baskıların yol açtığı sonuçlar, insanların aidiyetlerinin, “analarının ak sütlerinin” siyaha dönüştürülmeyeceğinin, kolayca yok edilemeyeceğinin apaçık bir örneğidir. Türkçeyi öğrenmeden okula başlayanlar, ne büyük cürüm işlediklerini okulda öğrendiklerinde, Kürtlük bilincini pasif olmaktan çıkararak aktifleştirirken, dilin, aslında o dili kullananların duyuş ve düşünüş biçiminin göstergesi olduğunu hakkalyakin tecrübe ediyorlardı. Evet, Kürtçe var olduğunu yeraltından duyuruyordu; çünkü kolu kanadı kırıktı. “Marifet iltifata tabiydi”. Firdevsi Şehnamesini Gazneli Mahmud için yazmıştı. Karşılığında altına boğulacaktı; altına boğulmadan ecele boğulsa da. Sultanların saraylarında Kürtçe de kollansaydı, Ahmed-i Xhani’nin dediği gibi, o zaman Farsça kadar şiire yatkın bir dil olan Kürtçe beyitler de Osmanlı seçkin kültürünün bir parçası haline gelebilecekti.

Moğol istilasının korkunç darbesiyle medeni hayattan iskat edilerek göçebeleşen Kürt toplulukları, dillerini göçebe hayatın ihtiyaçları ölçüsünde koruyup geliştirebilirken, Kürt seçkinleri için Kürtçe, yalnızca Kürt medreselerinde, Arapça’nın yanı sıra, varlığını sürdürme imkanı bulabilmişti. Kürtçe edebiyatın Osmanlı dönemindeki tüm verimlerinin müellifleri medrese kökenlidir. Göçebe yaşayan ancak göçebe kültürüne uygun bir dil oluşturabilir; “şehirli ve eğitimli” olanlar ise dili daha üst ihtiyaçları karşılayabilecek kemal düzeyine taşır. İslam medeniyetinin bütün atılımları Arapça üzerinden gerçekleştirilmişti. Buna Arapçanın Kur’an lisanı olma vasfı da eklendiğinde, bilim ve din dili olarak Arapça rakipsiz hale gelmişti. Büyük Selçuklular Farsçayı resmi dil olarak kabul ettiği ve Türklerin İslamlaşması da bu süreçte gerçekleştiği için, Farsçanın o muhteşem edebi kabiliyeti, şeker tadındaki şiiriyeti, onu edebiyatın lingua Franca’sı yapmıştı. Bilim ve edebiyat hangi dille üretiliyorsa medeniyet verimleri de o dillerin üzerinden taşınıyordu.

Kürtçe akim bırakıldı

Cumhuriyet döneminde medreseler kapatılınca Kürtçenin tek kurumsal hayat kaynağı da kurumuş, İmparatorluğun modernleşme döneminde gelişmeye başlayan Kürt milliyetçiliğinin kültürel seçkinlerinin çalışmaları da başlangıç düzeyinde kalmıştır. Kürtçenin sadece resmi alanda değil sokakta da konuşulmasının yasaklanması ve buna muhalefetin inkılaplara ayak direme ve irtica olarak tanımlanması sonrasında, Kürt diliyle birlikte Kürtlük aidiyeti de temdin ve tedip sürecinin unsurları haline getirilmişti. Gelişkin her dil, “ordusu ve donanması olan bir lehçedir” denir. Merkezi devletin sosyalleşme araçlarıyla beslenip büyütülen bir dilin gelişmesi mukadderdir. Dolayısıyla, Kürtçe bugün bilim dili olma açısından yetersizlikle malulse, bunun anlaşılabilir sebepleri vardır. Kürtçenin bizatihi geri, gelişmeye müsait olmayan bir dil olduğu şeklindeki önermenin içerdiği ırkçı bakışın nefs-ül emirle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.

Milyonlarca insanın konuştuğu ve edebi kabiliyeti Farsça ile karşılaştırılabilecek bir dilin, Kürtçenin, bu şekilde kıyıma uğratılmış olması, maalesef hiç de medeni olmayan bir sürecin ürünüdür. Kürtçe böyleyken, Türkçenin hali de iç açıcı değildir. Nihat Sami Banarlı’nın Latince, Arapça ve İngilizce ile birlikte imparatorluk dili olarak zikrettiği Türkçe, özdil mottosu etrafında geliştirilen kültürel ırkçılıktan beslenen Arapça-Farsça düşmanlığı sebebiyle, bugün ne imparatorluk dilidir, ne de “medeniyet dili” olarak nitelenebilecek durumdadır. Amerikancı ulusalcı Kemal Gürüz’ün Türkçe’nin bilim dili olmadığı, Türkçe ile bilim yapılamayacağı tezi ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, bir hakikat çekirdeği taşımaktadır. Türkçe bir hukuk, tıp ya da sosyal bilim dili üretilebilmiş değilse, Türkçe bilim nasıl yapılacaktır? Türkçenin çoraklığının en önemli sorumlusu da, ironik bir şekilde, Kürtçeyi yokluğa mahkum edenlerdir.

Anadil kariyer imkanı sağlamaz!

Anadilde eğitim bir insan hakkıdır ama resmi dilde eğitimin alternatifi değildir. Sağladığı kariyer imkanları ve piyasa karşılığı itibariyle Kürtçenin bir değer ifade edip etmediği, bu dilde eğitimi tercih edenlerin problemi olmak durumundadır. Bununla birlikte, bugün için söz konusu edilebilecek şey, yalnızca Kürtçe anadilde eğitimin imkanıdır. Bunun gerçekleşebilmesinin mümkün hale gelmesi zamanla bağlı bir husustur. Kürt kimliği ve bununla ilişkili kültürel hakların yeni anayasa ile tanınması, Kürt meselesini çözebilecek bir potansiyele sahiptir. Meselenin “Kürdistan” boyutu ise, konunun insan hakları zemininden milli haklar zeminine kaydırılması anlamını taşır. “Milli haklar” ise, insan haklarının sağladığı meşruiyet zeminine sahip olmadığı gibi, milliyetçiliklerin sahip olduğu her türlü olumsuzluğu bir kez daha, hem Türklere hem de Kürtlere yaşatmak gibi kabul edilemeyecek bir insani maliyet ortaya koymaktadır. Herhalde, Türkiye’de bunu rasyonel bir seçenek olarak kabul etmeyecek yeterli sayıda deja vu hissine sahip akil insan vardır. Milliyetçiliğin (Kürt ve Kemalist) yıkıcılığından Kürt kimliğini, Kürt dilini ve kültürünü korumak, ortak yaşama şuuruna ve insan haklarına saygılı herkesin sorumluluğundadır. En büyük insan hakları ihlali, milliyetçiliğin insanlık durumunu dejenere eden taleplerine açık durmaktır.

Türkiye’nin yeni kuşakları, Araba Sevdası’nın Türkçeyi kaba ve gayrimedeni bulduğu için konuşmaktan imtina eden Bihruz Bey’inin bıraktığı izleri takip ederek değil, Kürt kimliğinin ve Kürtçenin asimile edilmesine şiddetle muhalefet ederken eserlerini Türkçe yazmaktan vaz geçmeyen Said Nursi’yi anladığında Medeniyet Sevdasına ulaşmış olacaktır.


ahmet66@yahoo.com

  27.03.2012

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut