Medeniyetin babasız çocuklarına..

Mustafa H. Kurt

O GÜN, yorgun adımlarla ulaştığım istasyonun kalabalığına karışana dek, yine sıradan günlerden birindeyim sanmıştım. Oysa yaşanan her gün, ‘sıradan bir günün’ olamayacağını da ders verirmiş insana...

Trene binmek üzereyken tüm dikkatimi bir anda üzerine çeken o tablo, günlerin işte bu özelliğinin bir habercisiydi benim için: Beş ya da altı yaşlarında bir çocuk, iki polis memuruna merakla ve heyecanla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

Bahnhof’un o kesafetli kalabalığında çocuğun zihnime bıraktığı ilk imge de, alarm verir türden olmuştu bu sebeple: “Masumiyet çağındaki bir insanın, tehlikelerle dolu bir mekandaki yalnız hali!”

Gözlerim, haklı olarak böyle bir imgenin bulunduğu bu tabloya takılmışken; tabloda resmedilen tehlikeyi ve yalnızlığı boşa çıkaracak “obje’yi”, ancak daha sonra fark edebilecektim her nedense. Annesi de oradaydı çocuğun. ‘Koruyucu meleği’ başucundaydı işte. Ve şimdi de oğlunun elini kavrayıp polislere iyi günler dileyerek, bineceğim trene doğru yönelmekteydi. Çocuksa, tüm merakı ve sevimliliğiyle, polis amcalara "Tschüss!.." diyebilme telaşındaydı gerisin geriye bakarken.

Ne var ki, ilk izlenimdeki bu yanılmışlığıma rağmen, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğuna dair o yürek rendesi his de, yakamı bırakmaya yanaşmıyordu ne hikmetse...

Yer bulamamış olacaklar ki, az sonra, tren yolculuklarında hiç haz etmediğim ama buna rağmen o gün ilk tercih olarak karar kıldığım yan koltuklardan birisinin karşısına gelip oturdular.

İşte, o gün ve devamındaki bir kaç gün boyunca etkisinden kurtulamayacak olduğum hüznümün başlangıcı için gerekli hemen tüm sebepler de, böylece bir araya gelmiş oldular...

Anne ilk olarak, gördüğü herkese selam vermemesi ve tanımadığı insanlarla konuşmaması gerektiğini anlattı oğluna hafif kızgın bir ses tonuyla. Çocuksa, buna çocukluğun şiari o soruyla karşılık verdi: "Ama neden anne?".. Anne, çevresini pek de umursamaz bir edayla, herkesin insana polisler gibi iyi davranmayabileceğini; bu yüzden çocukların da yalnızken, tanıdıkları ve yakınları dışındaki insanlarla konuşmaması gerektiğini anlattı ideal anne pozlarıyla.

Gözlerim, elimdeki kitabın satırları arasında dolaşmaya çabalarken; konuşmalardan, çocuğun sessizce ve dikkatle annesini dinlediğini de anlayabilmekteydim. Genç annenin bu nasihatleri üzerine aklına gelmiş olacaklar ki, çocuk bir müddet sonra yakınlarını saymasını istedi annesinden. Böylelikle teyze, kuzenler, anneanne ve de büyükbaba ardı ardına sayılmış oldular. Sonra komşu çocukları ve ana okuldaki arkadaşlar da eklendi listeye çocuğun katkısıyla.

Ve ardından, zavallı kulaklarım, çocuğun o yürek yakan sözlerini de duymaya başladılar: "Anne keşke benim de babam olsaydı, o zaman benim de başka çocuklarınki kadar amcalarım, kuzenlerim olurdu, öyle değil mi?!.."

Bu ‘zor soru’ karşısında biraz duraklayan annenin sesinde, az önceki nasihatçi edadan hiçbir eser kalmadığı hissedilebiliyordu. Zavallı anne, insana daha önceden kararlaştırıldıkları hissi veren teklemeyen cümleler kurmaya başladı ilk olarak, kendinden emin bir tonlamanın da arayışıyla.

Ama çocuk, hasretinin haklılığıyla o arzusunu dile getirmeye devam etti. Öyle ki, önceden kararlaştırılmış o cümleler dahi yetmedi bu arzuyu söndürmeye.. Anne, “yetişkin çaresizliği” denilen o halin belki de son haddesinde ve "Baban olsa ne olurdu ki sence, bunun ne önemi var?" gibi talihsiz bir soruyla, sanırım 'meselenin önemsizliğini' bir de bu yönden ispatlamaya girişti kendince.

O sıra, bir an-i seyyalecik de olsa mani olamadığım bakışlarım, annenin hem çaresiz-mahcup, hem de her şeyi zaten anlatıyor olan o gizlenemez ifadesine şahit olduğunda ise; hayatımda belki de ilk defa gözyaşlarımın içe doğru bu kadar çabuk aktığını da hissetmiş olacaktım.

Ve bir çocuğun, "baban cennete gitti" diye teselli edilebilmesinin ne denli arzulanabilecek bir şey olabileceğini de, o an, bu vesileyle öğrenmiş oldum.

Kim dayanabilirdi bu manzaraya bilemiyorum? ‘Medeniyetin’ hangi kadın ‘özgürlüğü’ savunucusu, çocuktaki bu hançer soruya göğüs gerebilirdi, düşünemiyorum...

Annenin boğazına iyiden iyiye çöken mahzunluk, söylediklerinden dolayı çocuğuna kızamayacağını da ele vermekteydi haliyle... Kendisini toparlayarak, nasihat veriyor olduğu az önceki tonu yeniden yakalamaya çalıştı ilk olarak.

Ama asıl darbe henüz gelmemişti meğerse!..

Çocuk, başı annesinin dizlerinde, verilebilecek en yalın ve itiraz kabul etmeyecek örneklerle babasının kendisine neden lazım olduğunu anlatmaya başladı ‘acımasızca’: "Ama eğer babam olsaydı benimle oynar, benimle ilgilenirdi, benimle gezintiye çıkardı anne!.."

“İnsanin iptal olması“ şeklindeki deyim, bu gibi haller için kullanılıyordu herhalde.. Zira tam bir iptal olma durumu söz konusuydu benim için.

Film kopmuştu iyice!..

‘Olmayan’ bir babanın, ‘ol’maya çalışan bir oğlu; anlaşılan o ki, bir yanının belki de bir ömür sürecek o „olmamaklığına“ ‘alışamamıştı’ henüz. Hem daha, “Alleinerziehende/r - Mutter/Vater“ (Çocuğunu yalnız yetiştiren anne veya baba) kavramının buralardaki ‘normalliğinden’ de haberdar değildi demek...

Pencereden dalıp gittiğim uzaklara bakarken, o an o kadar çok şey gelip geçti ki aklımdan. Kendi çocukluğum, kendi babam.. Hele kendi çocuklarımın, sadece iki günlük bir seyahatin ardından eve döndüğümde bana nasıl da sarıldıklarına sıra geldiğinde ise; karşımdaki masumun o onulmaz yarasına daha da kahroldum 'elimde olmadan'.

Ve çocuğun, “Babam olsa, benimle oynar-ilgilenirdi” şeklindeki cevabı, ona bunu dedirten düzeni bize bir yönüyle ihbar eden “Avrupa ikidir“ tespitini de hatırlattı ardından. “Felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’nın” ve ilhamını Avrupa’nın bu yüzünden alan “mimsiz” medeniyetin nefsanî ve vicdansız tercihlerle babasız bıraktırdığı diğer çocuklarını da düşününce hele, iyiden iyiye ‘iptal olmamak’ elde değildi artık.

Ama karşı koltuktaki ahirzaman mağduresi, o an kendisinden beklemediğim bir şey yaptı. O derin yarasına bir yabancının perdesiz şahit olmasına, üstelik de bunun o yabancının simasında (gizlenemez) bir hüzne yol açtığını görmesine rağmen, benim gibi 'iptal olmadı'. Olamazdı da!. O bir anneydi çünkü, başka türlü olması düşünülebilir miydi hiç?!...

Karşımdaki tablonun o an aldığı görüntüde, “Esas obje” konumuna bu kez anne geçivermişti büyük bir metanetle. Kabuğu yerinden oynatılan bir yaranın acısını bastırmaya çalışırcasına, dirayetini bir anda topladı böylece ve "Hayır canım boş ver artık bunu, bak ben varım yanında, önemli olan da bu.." gibi sözler söyleyerek, ancak anneliğe mahsus o güven verici tonlamayla çocuğunun simasını güldürmeyi başardı yeniden. Ve bir müddet süren sessizliğin ardından da, "Seninle yarın nereleri gezeceğiz, biliyor musun?.." diyerek, konuyu kapamış oldu.

Bense, tüm medenî çarelerin, anlı şanlı bütün ideolojilerin ya da o sorun çözücü siyasetlerin anlamını yitireceği bu masumun hasreti karşısında, Cenâb-ı Erham’ür-Rahimîn’den, o masum için ve onunla aynı derde sahip diğer masumlar için kolaylıklar diledim. İyi geldi gerçekten!...

  14.02.2012

© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut