‘Müsavat’tan ‘asimilasyoncu eşitliğe’ vatandaşlık ve milliyet

Kürtlerin sigortası yürüttükleri hak temelli mücadeledeki samimiyet ve ısrarlarıdır. Leyla Zana’ya ve aynı çizgiyi benimseyen ulusalcı Kürtlere şunu hatırlatmak isterim: Tüm Kürdistan, tek bir masum Kürd’ün canından daha değerli değildir!


MİLLİYETÇİLİKLER ÇAĞI olarak adlandırılan 19’uncu yüzyıl, bu niteliğiyle Osmanlı Devleti’nde müsavat (eşitlik) meselesinin belirleyici olduğu bir dizi sistemik dönüşüme şahitlik etti. Sekülerleşme ve milli kimlik edinme süreçleri, Osmanlı toplumsal ve siyasi yapısını gayr-ı Müslimlerin imparatorluğun Müslüman tebası ile hukuk önünde eşitlik talebi üzerinden değişime zorladı. Tanzimat Fermanı ile Fatih’ten beri varlığını sürdüren ve dini bağlanmaya dayalı bir toplumsal tabakalaşmayı öngören Millet Sistemi, en azından hukuki düzeyde, sona erdi. “Bila tefrik u cins u mezhep” ifadesiyle, İmparatorluk tebasının devletle ilişkisi dinden belli ölçüde bağımsızlaştırılarak eşitlik değeri üzerinden tanımlandı. 1876 Anayasası’nın “Teb’a-yı Devlet-i Osmaniyenin Hukuk-u Umumiyesi” başlığını taşıyan temel haklar bölümünün ilk maddesini oluşturan 8’inci madde, din ve mezhepten bağımsız olarak devletle vatandaşlık ilişkisi içerisinde olan herkesin “Osmanlı” olarak adlandırılacağını belirtmekteydi. Böylece, çok kavimli ve çok dinli bir siyasi yapının bütünlüğünün sağlanmasında, devletle ilişkiler vatandaşlık bağı üzerinden tanımlanırken, vatandaşlık din, mezhep ve modern anlamda milliyet bağının dışında ele alınmakta, bütünüyle hukuki eşitlik ilkesi gözetilmekteydi. 11’inci madde ile İslam resmi din olarak tanınmakta ancak bu durumun diğer dini cemaatlerin hukukuna halel getirmemesi de güvence altına alınmaktaydı. İmparatorluğun din ve etnik çeşitliliğine uygun düşecek şekilde, vatandaşlık kimliği hanedani bağlanma üzerinden “Osmanlı” olarak adlandırılmaktaydı. Osmanlılığın doğrudan dini ya da etnik bir göndermesi bulunmamaktaydı.

Buna rağmen Osmanlı adlandırması İttihat ve Terakki kadroları tarafından Türkçü içerikle anlaşıldı ve uygulandı. Başlangıçta zımnen ve örtülü olarak yapılan Osmanlı etiketli Türkçülük, Balkan Savaşları’ndan sonra alenileştirildi. Yine de Dünya Savaşı sırasında, Türkçülüğün en önemli ideologlarından Ziya Gökalp, Osmanlı Devleti’nin bir Türk-Arap federasyonuna dönüştürülmesine dönük tasavvurunu dile getirmişti. Osmanlı Devleti’nin Mütareke ile can çekiştiği bir dönemde toplanan son Osmanlı Meclis-i Meb’usanı’nda bu konuda başlayan tartışma, Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’ne devretti. Tartışma, Rıza Nur ve Tunalı Hilmi gibi bazı Türkçü mebusların sık sık kullandığı “Türk” kavramı ile ne kastedildiğine ilişkin tartışmaydı. Tartışmanın kendisi, Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekilirken orada bulunan farklı etnik gruplara mensup mebusların, bu kimlikler temelinde siyasallaştığını ve artık milliyetçi bilincin Müslüman kavimlerin siyasi seçkinleri arasında ciddi bir yansıması olduğunu göstermektedir.

Karesi Mebusu Abdulaziz Mecdi Bey’in, Türklükten kastın ne olduğunu sorması ve eğer bundan “anasır-ı İslamiye” kastediliyorsa bunun açıklığa kavuşturulmasını talep etmesi üzerine anılan mebusların Türklüğe bu anlamı yüklediklerini beyan ettiklerini görüyoruz. İşte bu tartışmanın devamı olarak, Büyük Millet Meclisi’nin açılışının üzerinden henüz bir hafta geçmişken, Mustafa Kemal Paşa’nın anasır-ı İslamiye’den muradın ne olduğuna ilişkin ünlü konuşmasını yaptığını görüyoruz.

Bu konuşmadan hareketle, Milli Mücadelenin dini saikler bir tarafa, bağımsızlık ve halifenin esaretten kurtarılması amacıyla teşekkül eden etnik bir koalisyonu temsil ettiği söylenebilir.

“Anasır-ı İslamiye” anlayışının etnik çoğulculukla ifade edilmesi ve bu topluluklar arasındaki etnik ve toplumsal haklar konusunun “zaferden” sonra kardeşlik hukuku, dolayısıyla eşitlik temelinde çözüleceğinin söylenmesine karşılık, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğündeki kurucu kadro, yeni Cumhuriyeti etnik homojenliğe dayalı bir ulus devlet olarak inşa etmeyi, vicdanlarında sakladıkları milli sırrın kademeli tezahürü olarak, uygulama aşamasına geçireceklerdir.

1924 Anayasası’nın “Türklerin Hukuk-u Ammesi” başlığını taşıyan faslının 88’inci maddesi “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur” hükmüyle, vatandaşlık ve milliyet bağı arasında halen, özellikle Kürt kimliği bağlamında problematize edilebilecek bir gerilim alanı inşa eder. 1876 anayasası, “Osmanlı” adlandırmasını benimsediği halde, bu adlandırma bile süreç içerisinde Türkleştirilmişti. Hemen her maddesine “Türk” adlandırmasını derceden 1924 Anayasası ise Türklerin temel haklarından söz eder. Bunu yaparken ilk bakışta son derece demokratik bir tercih ortaya koyarak vatandaşlıkla milliyet arasında zorunlu örtüşmeye dayalı bir ilişkilenmeyi reddeder. Etnik olarak çoğulcu olduğu bilinen bir toplumda bu son derece anlaşılabilir bir tutumdur. Eşitlik temelinde süregelen sosyopolitik dönüşüm, Cumhuriyetle zirvesine ulaşmış, vatandaşlık din ve etnisiteden kesin olarak bağımsızlaştırılmıştır. Oysa madalyonun asıl yüzü hiç de böyle değildir.

Etnik çoğunluk ve hakim çoğunluk

Öncelikle, yeni devletin adı (Türkiye), Orta Doğu’da Osmanlı bakiyesi olarak kurulan tüm yeni devletlerin aksine, açık bir etnik ima barındırır. Yeni devletin adlandırılmasına ilişkin o dönemde yapılan tartışmalar da bu ismin etnik açıdan nötr bir niteliği haiz olmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Madde, “hars” ve “soy” itibariyle Türk olma ile vatandaşlık itibariyle Türk olmayı birbirinden ayırmaktadır. İlk bakışta son derece isabetli, etnik çoğulculuğa dayalı bir perspektife dayandığı zannını veren bu kategorizasyon, gerçekte vatandaşlık tanımlamasına ilişkin olarak şimdiye kadar devam eden tartışmanın en önemli veçhesini teşkil etmektedir. Bu ayırımın hakim etnik grubun adına atıfla yapılmış olmasının kendi başına bir problem alanının varlığına işaret eder. Maddenin yakın planda, Milli Mücadele sırasında, “iç düşman” olarak hareket eden Rum ve Ermeni azınlığın Türk olarak adlandırılmasından sakınılmasını istihdaf eder. Bunu da onları Kanun-ı Esasi Türkleri olarak niteleyerek yani yalnızca vatandaşlık itibariyle, hukuki anlamda Türk olmalarına inhisar ettirir. Gerçek Türklük, daha sonraki uygulamalarda tebarüz ettirileceği üzere, “soy ve hars (kültür)” itibariyle yani milli kimlik olarak Türklüktür. Rum ve Ermenilerin gerçek Türk olmaları mümkün değildir. Maddeni lafzı esas itibariyle bunu aksettirir. Nitekim asimilasyon politikalarının hedefi Rum ve Ermeniler değil, Yahudiler ve Müslüman etniler içinde de özellikle Kürtler olacaktır.

Lozan’da Müslüman azınlık tanımına yer verilmediği için, kurucu milliyetçi kadro, Milli Mücadele sırasında ortak bir amaç etrafında koalisyon kurduğu anasır-ı İslamiye içinde, özellikle Kürtleri, eşitliği bu defa yeni Türk kimliğine asimile olma üzerinden tanımlayarak, yok sayma/yok etme üzerinden hayata geçirir. Bunu gerçekleştirmenin çerçevesi de 88’inci maddenin uygulamada aldığı biçimdir. Vatandaş olma anlamında Türklüğün getirdiği haklara sahip olmak için soy ve kültür yani milli kimlik itibariyle Türk olmak şarttır. “Türklerin hukuk-u ammesi”nden istifade etmek için Türkleşmek şarttır. Türkleşmeyenlere vatandaşlık haklarının kullanımı “haramdır”. Batılılaşma sürecinin eşitlik değeri üzerinden yürüyen vatandaşlık tanımı, Cumhuriyetle böylece asimilasyoncu eşitliğe dönüştürülmüş ve Kürtlüğün tüm karineleri kriminalize edilerek aşağılanmış ve kimlik, dil, ekonomik kalkınma ve siyasi statü düzeylerinde asimilasyon-eliminasyon sarkacında “kesin çözüm”e ulaştırılmak istenmiştir. Bu yüzden, kimi siyaset bilimcilerinin 1924 Anayasası’na açtığı kredi ihtiyatla karşılanmalı ve eleştirel bir okumaya tabi tutulmalıdır. 1961 Anayasası 54’üncü maddesinde yalnızca “vatandaşlık” üst başlığın kullanırken, 1982 Anayasası 66’ıncı maddesinde aynı tanımı benimserken, “Türk vatandaşlığı” deyimini kullanır. 2001’deki anayasa değişiklikleri ile vatandaşlığın edinilmesinde cinsiyet eşitsizliğine son verilir.

Cumhuriyetin kurucu kadrolarının ulus inşa süreçlerinde, benzerlerine kıyasla, en radikal tercihleri benimsediğini görüyoruz. Birçok ulus devlet hakim bir etniyle özdeşleşmenin doğuracağı sıkıntıları gözeterek, ulusal kimliğin farklı etnik gruplar tarafından benimsenmesine imkan verecek araçlara yer verir. İsrail, bu yüzden Sefaratların (Ladino) ya da Aşkenazilerin (Yidish) konuştuğu diller yerine daha az işlek bir lehçeyi resmileştirirken, birçok sömürge ülkesinde İngilizce lingua Franca olarak muhafaza edilmiştir. Türk adlandırması, köken itibariyle etnik bir referansa sahip olduğu ve uygulamada da böyle yansıtıldığı için farklı bir ulusal bilinç geliştiren Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kürtler için bir üst kimlik olarak benimsenmesi mümkün görünmemektedir. Türkiye adı da aynı etnik referansa sahip olmakla birlikte daha nötr bir algılamanın konusu olduğu için problemli görünmezken, vatandaşlığın herhangi bir etnik gruba, bu durumda hakim etni olarak Türklüğe, atıf içermesi problem çözücü ve mutabakat üretici bir niteliğe sahip değildir. Bu yüzden, vatandaşlık başlığı altında, “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır” ifadesine yer veren 2007 tarihli Özbudun ve arkadaşlarının anayasa taslağı ile Türkiye Barolar Birliği’nin 2001 tarihli ve aynı ifadeli anayasa taslağı hükmü, yeni anayasa çalışmasında Kürt meselesinin kimlik boyutu itibariyle çözülmesinin bir aracı olarak gözetilmek zorundadır.

Ulusalcı Kürtler ve demokrasi

KCK Sözleşmesi ile ortaya konan otoriter-milliyetçi toplum tasavvuru, Türkiye Cumhuriyeti’nin, tüm eksiklerine rağmen, ulaştığı demokratiklik düzeyinin çok gerisindedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt kökenli vatandaşlarının ulusçu otoriter siyasi mühendislik projelerine rehin verilmesi kabul edilemez. Bu yüzden 1924 Anayasası’nın lafzı ile ruhunu birleştiren, vatandaşlıkla milli kimliği birbirinden ayırarak, bireylerin devlete üyeliğini düzenleyen “zorunlu” bir bağ olarak vatandaşlığı hukukla tanımlayan anlayış yeni anayasada mutlaka yansıma bulmalıdır. Asimilasyoncu eşitliğe dayanan perspektif ve politikaların anayasal kaynaklarını ortadan kaldırmak, demokratik etnik yönetim stratejisinin en önemli yol gösterici ilkelerinden biri olarak benimsenmeli ve bu fırsat kesinlikle heba edilmemelidir.

Vatandaşlık hukukla tanımlandıktan sonra milli kimlik düzeyinde çoğulculuğa imkan verecek düzenlemeler, Türkiye’nin Kürt meselesinde çözümün stratejik çerçevesidir. Her halükarda, etnik aidiyet, kimlik ve kültür boyutlarına sahip milli bağların vatandaşlıktan ayrıştırılarak bireysel tercihe konu meseleler olarak tanımlanmasına ihtiyaç vardır. Milli bağlar tanım gereği kolektiftir; ancak bu kolektiviteye mensubiyetin bireysel tercihe bağlı olması hukuki güvence altına alınmalı ve bu her türlü siyasi sosyalleşme sürecinde anayasal bir ilke olarak yansıma bulmalıdır.

Kemalist milliyetçiliğin bizi hapsettiği deli gömleğini çıkarırken, Türk ya da Kürt milliyetçiliklerinin topluma dayattığı “yeni” deli kimliklerine insanımızı ve demokrasimizi feda edemeyiz. Türkiye için demokrasi, “Kürdistan” için de demokrasinin sigortasıdır. Kürtlerin sigortası hiçbir zaman silah olmadı, şimdi de değil. Kürtlerin sigortası yürüttükleri hak temelli mücadeledeki samimiyet ve ısrarlarıdır. Bulunduğumuz noktada özellikle önem taşıyan husus ise, haklı olmanın yetmediği, artık haklı kalmak için mücadele etmenin vazgeçilmez bir zorunluluk haline geldiğinin idrakidir.

Leyla Zana’ya ve aynı çizgiyi benimseyen ulusalcı Kürtlere şunu hatırlatmak isterim: Tüm Kürdistan, tek bir masum Kürd’ün kanından daha değerli değildir!

ahmet66@yahoo.com


*Bu yazı ilk defa Star Gazetesinde yayınlanmıştır.

  06.02.2012

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut