Arşiv

Ağustos Böceği ile La Fontaine

AH, LA FONTAINE AH! Öyle kızgınım ki sana. Beni hiç anlamadın, hiç dinlemedin sen. Daha yeni okumaya başlayan çocuklara, "Boş yere şarkı söyleyip eğleniyor" diye tanıttın beni. İftira ettin. Hatırlarsın, senin şu meşhur "Ağustosböceği ile karınca" hikâyendeki sözüm ona tembel ağustosböceğiyim ben. Neymiş efendim, karınca yaz boyu yuvasına kucak kucak yiyecek taşırken, ben eğlenmişim, saz çalıp şarkı söylemişim. Sonra kış bastırınca da aç kalmışım, karıncaya dilenmişim. O da bana ders olsun diye, "Yazın çalan kışın da oynar. Hadi oyna!" diyesiymiş. Bak hele kuru iftiraya! Hani yalan değil, gerçekten bütün yaz boyu saz çalıp şarkı söyledim. Hâlâ da söylerim. Gelecek yaz da söyleyeceğim. Ama Allah şahittir ya, ne karınca kardeşe dilendim, ne de o bana öyle birşey söyledi. Hepsi yalan. Vallahi yalan.

Bak, bunca yıl hep sustum, La Fontaine. Anlıyorum, niyetin iyiydi, küçük insan kardeşlerimize tembelliğin ne kadar acı olduğunu anlatmak istemiştin. Tembelleri ben de sevmem. Ama artık bırak da, bunca yıl sonra, ben de olanların içyüzünü anlatayım.

İşin aslı şöyle, La Fontaine’ciğim: Sen hikâyeni yazmaya daha başlamadan, hani "Bu ağustosböceği hep şarkı söyleyip duruyor, bu gidişle kışın aç kalacak" diye düşünmeden çok daha önce aynı şeyler annemin de aklından geçmiş. Senden tam onyedi yıl önce, daha ben minimini bir yumurtacık iken, bir ağacın canlı bir dalını yarıp, kardeşimle beraber içine koymuş beni. Hani dal bu, zamanla büyür, annemin bizi koymak için açtığı yarık kapanır da biz içeride hapsoluruz diye, annem gider-ayak, dalı dibine yakın bir yerden hafifçe kesmiş. Böylece o dalın büyümesi durmuş, biz de tam dört hafta kadar o dalın özsuyu ile beslenmişiz. "Nasıl oldu da, o böcek haliyle annen bütün bunları hesapladı?" diyeceksin. Bu, bir bakıma senin hikâye yazmana benzer, dostum. Hani dururken birden bire aklından birşey geçer de, "Hah, işte bunu yazayım" dersin ya; işte aynen böyle. Anneme "Hadi şöyle yap" diye bir ilham verilmiş, o da yapmış.

Neyse, sonunda o incecik yarıktan dışarı çıktık. Ama, o zamanlar daha küçücük birer larvaydık. Tek başımıza kalakalmıştık. Annemiz, babamız çoktan ölmüştü. Allah’tan bir çift kuvvetlice önayağımız, bir de gagaya benzer bir organımız vardı. Durup düşünmeye kalmadan, bize de seninki gibi bir ilham geldi. Hepimiz hiç tereddütsüz, daldan aşağı bıraktık kendimizi. Toprağa düştük. Hemen önayaklarımızla toprağı kazmaya başladık. Her birimiz ayrı ayrı tünellere dağıldık. Ben de, bir ağaç kökü buluncaya kadar kazdım, kazdım. Bulduğum ilk köke gagamı yapıştırıp bitki özsuyunu emmeye başladım.

"Ağaca zarar vermedin mi?" diye soracaksın. Hayır, dostum. Bitki özünün çok az bir kısmına ihtiyacım vardır. Hem, bir kökü biraz emdiğimde, yine önayaklarımla toprağı kazıp bir başkasına geçerim. Zaten öyle yavaş yavaş emerim ki, bitkinin ruhu bile duymaz. Acelem yok nasıl olsa! Daha on yedi yıl buralardayım. Biliyorum, bana "asalak" demeye hazırlanıyorsun. Hiç acele etme; bu yaptığım işin ağaca çok önemli bir faydası da var. Ama söylemem. Bunu da, çok bilmiş bilim adamlarınız gözlerini açsınlar da bulsunlar bakalım.

Neyse, sadede gelelim. Senin anlayacağın, dostum, ben karıncanın bir yaz boyu yaptığı o hamaratlığı tam on yedi sene yaptım. Tam on yedi yıl, o kök senin, bu kök benim, dolaşıp durdum. Üzerimden nice yazlar, nice kışlar geçti. Yukarıda fırtınalar koptu, şimşekler çaktı. Ama hiçbirinden etkilenmedim, çok şükür. Sabırla, on yedi yılın sonundaki o Ağustos sabahını bekledim. O gün belki sen bizim hikâyeyi aklından bile geçirmiyordun, ama biz kaba kılıflarımızın içinde, zayıf, kara kuru, kanatları daha açılmamış birer ağustosböceği olarak yeryüzüne çıkmış ve on yedi yıllık gerçek bir hayat hikâyesinin son sayfalarına varmıştık. Birkaç gün içinde kılıflarımızı yarıp, uzun, şeffaf kanatlarımızı gerdik. Benim üzerime, siyah üstüne sarı, kırmızı, yeşil, kahverengi bir elbise giydirilmişti. Ayrıca gövdemin ön tarafında, göğsüme yakın bir yerde, bir çift ses odacığı vardı. Her birinin üzeri, iyice gerilmiş ince bir zarla örtülüydü. Sonra öğrendim ki, bu zarların kenarı benim bazı kaslarıma bağlıymış. İşte, ben de o kasları kasınca zarlar titreşiyor; çok keskin, çok net bir ses çıkarıyordu.

Ah, keşke ötmez olaydık! Öter ötmez senin diline düştük. Güya boş yere çalıp, şarkı söylüyormuşuz.

Söyler misin bana sevgili dostum, hangi şarkı boş yeredir? En basiti bile mutlaka birşeyleri anlatır, önemsiz de olsa bir duyguya tercüman olur değil mi? Ya bir aşk şarkısıdır, ya dostluğu, kardeşliği dile getirir, ya da bir ayrılıktan, bir acıdan bahseder. İşte bizim şarkılarımız da, hem aşkı, hem dostluğu, kardeşliği, hem de ayrılık acısını dile getirir. Şöyle bir düşün dostum. Diyelim ki büyük bir şehirde yaşıyorsun. Evin var, eşin, çocukların, dostun var; tabiî düşmanların da. Nedense bu şehirde, herkes aynı boyda, aynı ende ve üstelik herkes tıpatıp birbirine benziyor. Eşinizi bir yabancıdan, dostunuzu düşmanınızdan ayıramıyorsunuz. Dahası, bir yerden başka yere gidip de geri döndüğünde herşeyi bıraktığın gibi bulamıyorsun. Ne bileyim, caddeler değişmiş, apartmanınızın yeri kaymış, daireniz başka bir yere geçmiş vs. Yuvanı bulsan bile eşin seni tanımıyor, dostların seni hatırlamıyor. Ne korkunç değil mi?

Yâ işte, bizim şehir aynen böyle dostum. Hiçbir şey kararında değil. Dün yerleştiğin bir dal ertesi gün yapraklarla dolar, belki de kırılır. Bugün altına sığındığın kuru bir yaprağın yerinde yarın yeller eser. Bir arada yaşarız ama, birbirimizi pek görmeyiz, pek tanımayız. Hani birine işim düşse, yolunu bilemem, arayıp bulamam. Belki de gecenin karanlığında, kardeşim diye düşman bir böceğe gidip yem olabilirim. Şunun şurasında üç dört haftalık ömrümüz kaldı. Bu arada herbirimiz kendimize birer eş bulup çiftleşmemiz lazım, yoksa gelecek yazlarda şarkımızdan mahrum kalır insanlar.

Bizim şarkılarımız, sizin kimlik kartlarınız gibidir sevgili La Fontaine’ciğim. Onun için, yeryüzüne çıkar çıkmaz ötmeye başlarız. Tâ eş-dost birbirimizi bilelim, tanışık olalım. Siz insanlar bizi boş yere ötüyor sanırken, bizim herbirimiz bir taraftan her ötüşüyle diğer arkadaşlarına nerede olduğunu, ne halde olduğunu, hatta havanın sıcaklığının ne kadar olduğunu bildirir; bir taraftan da onlara kulak verip onların nerede, nasıl olduklarını, ne yaptıklarını saniyesi saniyesine takip eder. Meselâ, ben gecenin karanlığında bir arkadaşımı bulmak istesem, onun sesini takip ederim. Yani biz yollarımızı, caddelerimizi, sizin gibi taşlarla değil, şarkılarla döşeriz dostum. Olur a, gecenin birinde bir düşman gelip bir arkadaşımızı apansız kaparsa, arkadaşımız can havliyle bir ötüş öter ki, bize hem yerini, hem tehlikede olduğunu bildirir. Aynı zamanda bize veda eder. Hem böylece düşmandan da bizi haberdar edip, tetikte durmamızı ister. İşte ayrılık şarkımız da bu dostum. Sonra, bedenlerimiz hazır olup da, çiftleşme zamanımız gelip çattığında, güzel şarkılarla eşlerimizi yanımıza çağırırız, onlar da uçup gelirler. İşte bu da aşk şarkımız. Dile kolay, tam on yedi yılda bestelenmiş. Ve bu besteyi sadece dört haftacık söyleyip gidiyoruz. "Çok yazık" diyorsun değil mi?

Eh, aşk şarkımız on yedi yılda bestelendiğine göre, aşkımız bu kadar basit değildir herhalde. Madem buraya kadar geldik, kulağını iyice yanaştır da, bir sırrımızı daha söyleyeyim sana. Bülbülü bilirsin. Hani, şu güle âşık olup da onun için nice şarkılar döktüren kardeşimiz var ya! Laf aramızda, siz insanlar da gül için az şarkılar yazmadınız. Bülbülden geri kalır yanınız yok hani. Ama, ne yalan söyleyeyim, güzel şey şu gül! Kim âşık olmaz? şık olunacak sadece gül olsa neyse? Bütün çiçekler, bütün bitkiler öyle. Herbirisi bir başka güzel.

Bizim kadar yakın olmadığınızdan belki bilmezsiniz diye söylüyorum, hem Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım. Aslında bülbül kardeş o tebessüm eden ve gülen güzel güllerin seyriyle aldığı zevkten, onlarla söyleşip konuşmakla, onlara derdini dökmekle aldığı lezzetten mest olmuş, kendinden geçmiş. Öttüğünün bile farkında değil, âşık olduğunu bilmiyor. Sadece ötüyor, o kadar. Ama o bilmese bile, siz insanlar farkındasınız ya, yeter. Böylece siz gülü bülbülün ötüşüyle daha da güzelleşmiş görüyorsunuz. Düşün bir kere, bülbül gülsüz, gül bülbülsüz olsaydı, gül de, bülbül de ne kadar değersiz olurlardı...İkisi bir arada olunca, birbirine güzellik katıyor, daha da güzelleşiyorlar. Ama, inan bana, gül de, bülbül de, bunun farkında değiller. Ama gülü ve bülbülü yapan Sanatkâr, ikisini de karşı karşıya koyarak, size böylece daha da güzelleşmiş bir tablo sunmak istiyor. Bülbülü güle elçi yapıp, gülün yüzüne işlediği sanatını, bir de bülbülün sesinden, onun duygularıyla anlatmak istiyor.

Aslında, bülbül böylece o Sanatkârın size göstermek istediği yeni bir güzelliğin elçisi oluyor. Yani size Onun sevgisini aktarıyor. Bu yüzden, bülbül ne kadar öterse ötsün, israf değildir. Çünkü Onun sevgisini dolduruyor kulaklarınıza. İşte, bizim şarkımız da böyle, dostum. Şimdi anladın mı, sadece dört haftalık bir konser için niye on yedi yıl harcandığını?

Sakın sanma ki, hayvanlar bülbülden, bitkiler de gülden ibarettir. Evet, onlar sizin en kolay gördüğünüz iki örnek sadece. Ama bütün bitkiler ile bütün hayvanlar arasında, tıpkı bülbül ve gülünki gibi dillere destan bir aşk yaşanır. Biz böcekler, her bir çeşidimiz, ayrı bir çeşit bitkinin güzelliğini ayrı bir besteyle dile getiririz; o sessiz güzellerin dili oluruz. Yerine göre, sırasına göre, aramızdan biri çıkar, o aşkın sözcüsü olur óbülbülle gül, arıyla çiçekler gibi. Öyle ki, bu şarkılar hiç durmaz; birimiz susarsa, birimiz başlar. Kimimiz geceleri öter, kimimiz gündüzleri. Hatta günün saatlerini bile paylaşmışızdır aramızda. Kimimiz yazları öter; kimimiz kışları. Al, biz ağustosböceklerini; gündüz olur, güzelim ağaçların yaprakları arasına yayılıp, her yaprakta, her çiçekte görüp, içtiğimiz her damla özsuyunda tattığımız güzelliği seslendiririz. Gece olur; uykuya dalıp susan diğer bütün hayvanlar adına, bize o güzelliği sunan Güzeller Güzeline teşekkürümüzü dillendiririz. Yıldızlarla söyleşir, karanlığa türküler yakarız.

Diyeceğim o ki, dostum, onca yıl toprak altında gıdaların en güzeliyle beslendim. Sonra da bana emanet edilen bu güzel besteyi kulaklarınıza fısıldayayım diye buraya geldim. Ne kendi başımayım, ne de boş yere çalıp oynamaya geldim buralara.

Bak, Ağustos bitti, sonbahar geldi. Ömrümün son günlerini yaşıyorum. Yakında öleceğim. Ama açlıktan değil, mutluluktan. Görevim bitti artık. Dişilerimiz, size gelecek yazlarda şarkı söylesinler diye, oğullarımızı ince dallar arasına koyuyorlar.

Bakıyorum da, hikâyenin son cümlesini yazıyorsun. Neymiş de, "Yazın çalan kışın oynar" demiş karınca bana. Ah sevgili dostum, bilmiyorsan, bari karıncaya sorsaydın: Hiç kış görmedim ki ben. Nedir kış sahi?

N’olur dostum, yırt o yazdıklarını, yeni baştan yaz. Erinme, üşenme... Tembelleri ben de sevmem.

  28.12.2003

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut