Ömrün En Beklenmedik Ânına Kaç Var?

Aytekin Akar

İbni Ömer Radıyallahu Anh naklediyor: Allah Rasülü Aleyhisselatü Vesselam, kolumdan tutarak “Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol” buyurdular. Devamla: “Akşama erdin mi sabahı bekleme, sabaha erdin mi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun zaman hastalık halin için hazırlık yap. Hayattayken ölüm için hazırlık yap” (Buhari)


VEFATI YAKLAŞTIĞI günlerdeydi. Bir seferinde hatıralar üzerine bir sohbet esnasında, çok görüp geçirmiş birisi olarak kendisini latife olsun diye seyyah-ı zaman olarak nitelendirmişti. Lâkin, herkes gibi o da istikbaline günden güne yıpranan cesediyle birlikte yol alırken, maziye sadece hafızasında kalanlar kadar, yani ancak hayalen dönebiliyordu. Giden gidiyordu, gelene ise sonsuz bir kudretin verdiği izin ölçüsünde müdahil olunabiliyordu. Kendisine tahsisli ömürden hiç durmaksızın eksiltmesine mani olamadığı zaman, yaşatıldığı her anın kanatlanışına ve son nefesini verişine de şehadet etmişti.

Zaman mefhumuyla böylesine kuşatılmış olduğunu, kendini bilmeye başlar başlamaz fark etmişti. Güneşin doğup batmasıyla, günün, mevsimlerin deveranıyla ve mahlukatın yaşlanmasıyla varlığını açıkça ispat eden zamanın saatlere yansıyan o sessiz tıkırtıları, dünya uykusundayken ona ninni gibi geliyordu. Yıllar hızla geçip giderken bir dönem, "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar" hadisini işittiğinde çokça hissetmişti üzerindeki mahmurluğu. O günden sonra yüreğinin perdelerini daha sık aralamaya çalışmışsa da, gözlerinin önünde dikkatini sonuna kadar yönelttiği cıvıl cıvıl bir dünya sahneleniyordu.

Kaç kere rüya içinde gördüğü rüyalarda, doğmadan kurulmuş saatinin ansızın eceli çaldığını ve kendi dünyasının da ahiret sabahında doğmak üzere battığını izlemişti. Gafletin yorganını üzerinden atmaya çabaladığı böyle zamanlarda, gözünde herşeyin ve herkesin huzur veren bir sükunete bürünüverdiğini ve tek sesin, yalnızca mahlukatın derinden gelen zikir sesleri olduğunu fark etmişti. İnsanların itiş kakışla bir garip ganimet kapma yarışında koşuşturduğu şu yeryüzünde, kendisi de sürekli başkalarını kırarken ve onlara kırılırken, herkes birdenbire derin uykulardaki kadar zararsız görünmüştü. Bu dönemlerde, nasıl bir rüyada olduğunu bir nebze anlayabiliyor ve hiç kimsenin artık onu eskisi kadar incitemediğine şaşırıyordu.

Zaman, bitmeyecek algısıyla vurgusunu ömrünün köşebaşlarına bırakarak akışına devam ediyordu. Yaşanması kaçınılmaz her kritik ana bazen ya beş kalıyordu, ya on kalıyordu, ama o bunu önceden bilemiyordu. Elmastan daha değerli demler, avucundan kayıp gittiğindeyse ya çeyrek geçiyordu, ya yirmi, ya da daha çok, önemi kalmıyordu. Velhasılı, ne kadarının dolu olduğunu bile bilemediği ömür kovasından damla damla akan can suyu göz göre göre tükeniyordu. Zaman bitip yiterken azalan hayallerini, umutlarını da peşinden sürüklüyordu. Ne kadar çağıldasa da zamanın sınırlarını asla aşamıyordu. "Ne içindeydi zamanın, ne de büsbütün dışında..." Yaşayarak öğrendiği tek gerçek, kendisi için tükenen en nadide şeyin cennetin ücreti sayılabilecek ömrü olduğuydu.

Hayallerine kavuştuğu zamanlarda ne kadar mutlu olsa da, daha fazlasını isteyen gönlü tam olarak tatmin olamıyordu. Çok sevilse bile yine ona eksik geliyor, çok sevse de karşılığını tam alamıyordu. Dünyada değer bildiklerine doğru çizdiği her yolun ucu, aslında zamanın ötesine çıkıyordu. Gün oldu kısa bir zaman dünyanın en mutlusu zannetti kendisini, gün oldu en acılısı. İçindeyken bitmeyecek zannetse de, o anların hiçbirisi çok uzun sürmüyordu. Ah o insanlar! İşte bu yüzden başına bir hal geldiğinde, ne de fütursuzca "aldırma, zaman unutturur, nasılsa alışırsın" deyip işin içinden çıkıveriyorlardı. "Yaşa tamam ama, kafana da fazla takma". Yaşa ve geç git, arkana dönüp bakmadan... Ama yaşadıkların zamana kaydını düşer düşmez böylesine değerini yitiriyorsa ve yaşayacakların da zaten kaçınılmazsa, istikbalde olacaklar da bu düşünceyle şimdiden önemini kaybetmiyor muydu? Unutalım gitsin dedikleri o maziye bırakılanlardan geriye kalan, sonrasındaki kısacık ömürlere de sığmayacak kadar hükümsüz sayılmamalıydı. Zira, yaşanan da, yaşanacak olan kadar, zamanın ötesi için manalıydı. O halde, hoyratça karanlığa terkedilen mazi, ibret ve tövbelerle istikbale bağlanırsa değerlenebilirdi.

Elbette yaşadığı yıllar zor zamanlardandı. Evde, dışarıda, okulda, işte hep inandıklarına muhalif tavırlara kapılıp gitmiş veya zorlanmıştı. "Keşke"lerle, "belki"lerle başlayan cümleler, “Hasretini duyduğum zamanlar nasılsa gelecek” ve “güzel yaşamak için daha çok zaman var” düşünceleri , kazası olmayan kulluklarını nasıl da yaşayamadan ziyan etmişti. En çok "Şimdi"yi yaşayamamak olmuştu, ona geleceği yaşatamayan. Demek, nasıl yaşanırsa, öyle de ölünüyordu.

Ah, ne de çabuk geçivermişti ömür, ne çabuk gelmişti ölüm. Sanki son yılları yaklaşırken çok daha sık tekleyen sağlığı, artık sona yaklaştığını ve yaşamak için çok geç olduğunu anlatıyordu. İşte kurduğu düzen, biriktirdiği, süslediği, sahiplendiği herşey, kardan, buzdan bir ev misali eriyip ardında kalıvermişti. Hz. İbrahim'in üful edip batan bu dünyayı, böylesine bir alakaya değmez bulması da bundandı . Tüm zevkleri kökünden yok ettiği için yaşarken çok az konu ettiği ölümü, yaşanmış bunca hüsranın ezikliğinde, ama yine de affedilme ümidiyle karşılamak zorunda kalmıştı. Musalla taşından omuzlara alındığında, ebedi bir aleme kanatlanmış olan ruhu sızım sızım sızlıyordu.

  15.01.2012

© 2021 karakalem.net, Aytekin Akar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut