Bir tabelanın düşündürdükleri

Mehmed Boyacıoğlu

ELEKTRONİK DEVRİMİN getirdiği yeniliklerden sonra, bankalardan gelen kredi kartı ekstreleri ve bazı resmi tebligat mektupları da olmasa “zarf”ı unutacak gibiyiz. “Mazrûf”u ise yeni nesiller çoktan unutmuştur.

Zarf mazrûfun kabı ve kılıfıdır. Zarfın sardığı mektup da mazrûftur.

Zarf bizatihi değerli olmayabilir. Ancak, içindeki sayesinde değerlidir. Bir savaşı ya da barışı başlatan bir mektup basit bir kâğıda sarılır ve belki de düşük rütbeli bir askerle karşı tarafa gönderilebilir.

Aynı hikmetle, zulüm devirlerinde Risaleler mutfaktaki basit pılı pırtıya sarıp polis veya jandarmadan öyle korunurmuş.

Bu girişi neden yapıyorum?

İçi boş bir ulusalcılık aldı başını gidiyor. Haşin bir vatanseverlik, vatandaşın birçoğuna düşman bir yurtseverlik gittikçe daha belirgin şekilde meydan alıyor.

Biricik sermayeleri, Sevr, Lozan, tam bağımsızlık gibi birkaç nokta etrafında dönen sloganları tekrarlamak ve güzel Türkçe muhabbetleri yapmak olan bir güruhun gürültüsü giderek artıyor.

Oysa birçoğu, Türkçe dedikleri dili, bir müsteşrikin hafızasındaki söz dağarcığının belki ancak beşte biri kadar dar bir söz dağarcığı ile konuşabilirler. Müsteşrik, Osmanlıca da öğrenmişken, buradakiler Osmanlıcadan geçtik, otuz yıl önce kaleme alınmış bir ilim kitabını hakkıyla okuyup anlamaktan bile acizdirler.

Vatanı çok, hem de çok severler. Ancak, vatandaşların büyük kısmının inandıkları ve hissettiklerine karşı empatisiz ve ilgisizdirler.

Osmanlı ve Selçuklu deyince, akıllarına, cihangirlik hikâyelerinden; at kişnemeleri ve kılıç şakırtılarından başka pek bir şey pek gelmez. Onların bıraktıkları mirası devam ettirmek ve bu mirasın, varsa, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olan unsurlarını yeniden canlandırmak gibi hususlar gündemlerinde yoktur.

Cami, külliye, kervansaray denildiğinde bazılarının zihninde “biz Türkler mimaride ileri gitmişiz”in dışında pek bir şey gelmez. “Doğu”lu ulusalcı takımında bu duyguları da bulamazsınız. Bunlar anılınca dudak büküp geçer onlar. Ecdadın, Anadolu toprağının kaç misli geniş bir coğrafyada sadece cihangirlik olsun diye at koşturduklarını sanırlar. Bu kadar gayreti hangi ulvi gaye yolunda gösterdiklerinden habersizdirler.

Ancak, “bak, gördünüz mü biz ve bizim sevdiğimiz malum adam olmasa, camilerde rahatça ibadet edemeyeceğiniz gibi, hangi babanın çocuğu olacağınız, ya da hangi gâvurun çizmesi altında olacağını düşündünüz mü?” şişinmesini de bolca dillendirirler. Oysa İslâm’ın şeairinin yaşanması konusuna ya bigânedirler, ya da karşıdırlar.

Giyimleri, kuşamları, tüketim tarzları ile tam bir Avrupalıdırlar; bu topraklara yabancıdırlar.

Bunlardan bir grubu, bir Avrupa başkentindeki bir diplomatik misyondaki görevim sırasında görmüştüm. Bir parkın içinde, bazı canlıların çayırda yayıldıkları gibi yayılmış olan, kadınlı erkekli yaklaşık elli kişiden meydana gelen bir kalabalıktılar. Bir kısmı “Türkçe konuşanların” dükkânlarından satın aldıkları gıda maddelerini satmakta iken, diğerleri de açıkta, milletin içinde mideye yuvarlamakla meşguldüler. Davetli olmadığım için içlerine girmemiş, kenarlarından geçip gitmiştim. İçimden de “Türkçe konuşanların ürettikleri karpuzu, kavunu, fındığı, çerezi yemekle Türk olunmaz. Siz, bunları asıl, Türklerin yediği gibi yemekle; yolcuya, yoksula ihtiyaç sahibine ikram etmekle Türk olursunuz” duyguları geçiyordu.

Oradan ayrıldıktan sonra bir otobüse binip evimin yolunu tuttum. Bir süre sonra, milliyetler, inançlar, kültürler mozaiği olan o şehirde önüme çıkan “Italian Kosher Restaurant” tabelası düşündüklerimi bir başka dille destekler gibiydi.

Bilindiği üzere, “koşer” Yahudi şeriatına uygun olarak hazırlanmış yiyeceklere deniyor. Tabela, okuyanlara şunu demek ister gibiydi: ‘biz Yahudiler, İtalyan tarzı gıdalar kullanmada bir beis görmeyiz, ancak bunun dinimizin gereklerine uyup uymadığına bakarız. Yeryüzünün neresinde olursak olalım dinimizin gereklerini yaşamaya devam ederiz. Rus’un, İngiliz’in, İtalyan’ın yemek tarzı önemli değildir, bizim için önemli olan dinimize uyup uymadığıdır.’ Seyyar vatan anlayışlarını yansıtıyordu tabela.

Bundan hareketle, Türkçe konuşup da, Türkün inandığı gibi inanmayanlara, ya da o inanca bigâne kalanlara çok basit iki soru yöneltelim:

Bir Orta Anadolu köylüsünün torununu severken kullandığı ‘Gadañı alırım senin!’ (*1) cümlesi sizin için bir mana ifade eder mi?

Ya da bir deyişteki “Azrail göğsümde, canım Hay Hay’da!” (*2) dizesi size bir şey söyler mi acaba?

Yani, milliyetçiler veya ulusalcılar vatanı sevme iddiasında olduğunuz kadar, bu vatanda yaşayanların da sevgisini, ilgisini kazanmak istiyorsanız, burada yaşayanların büyük çoğunluğunun dini olan ve fıtratın da tercümanı olan İslâm ile barışmalı, değerlerine bigâne kalmamalısınız.

Aksi takdirde, “kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak” (*3) yanlışını tekrarlamış olacaksınız.

O halde, titreyin ve kendinize dönün.


Dipnotlar:

  1. Rabbim, sana gelen bela ve musibetleri bana çevirsin de sana bir şey olmasın, demektir. Hafız Ali merhumun dua edip Üstadımızın yerine vefat etmesi örneğindeki gibi.

  2. Her canlı vefatı ile Rabbimizin Hayy ismini zikreder.

  3. Said Nursi, Mektubat, s. 311.

  12.12.2011

© 2021 karakalem.net, Mehmed Boyacıoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut