Bediüzzaman yolu: Ne öfke, ne teslimiyet

Ahmet Özkılınç, Akrebin Kıskacında adlı kitabında Bediüzzaman’ın 1935 yılında çıkarıldığı Eskişehir Mahkemesi’nde yaptığı savunmayı merkeze alarak “öfke ve teslimiyet çıkmazı” karşısında onun üçüncü yolunu, sadece sözün ve hakikatin gücüne dayanan destansı mücadelesini önemli tespitlerle anlatıyor.


UZUN YILLAR bir Kanada gazetesinin Ortadoğu ve Balkanlar muhabiri olarak görev yapan Kanadalı gazeteci Fred A. Reed, 90’ların ikinci yarısında Türkiye üzerine bir kitap çalışması için ülkemize geldiğinde ilginç bir gerçekle karşılaşır. Yaptığı araştırmaların üstüne eklediği görüşme ve gözlemleri ona “görünen” Türkiye’nin ardında bir “gizli Türkiye”nin var olduğunu fark ettirecektir. Reed, Bediüzzaman Said Nursî’yi, bu ülkeyi İslamî miras ile bütünleştiren ve her türlü seküler darbeye rağmen koruyan bu “gizli Türkiye”nin en önemli mümessillerinden biri olarak tespit eder ve şu sonuca ulaşır: Türkiye’nin yakın tarihini, Bediüzzaman’ın ayak izlerini takip ederek, onun hayatı üzerinden okumak ve anlamak mümkündür. Nitekim Anadolu Kavşağı olarak Türkçeye çevrilen The Anatolian Junction: A Journey to Hidden Turkey isimli kitabı, bir açıdan Türkiye’nin yakın tarihine dair bir inceleme olduğu gibi, bir başka açıdan Bediüzzaman üzerine bir araştırma niteliğindedir.

Eskişehir Mahkemesi’nde Bediüzzaman

Ahmet Özkılınç’ın kaleme aldığı Akrebin Kıskacında isimli yeni bir çalışma, Reed’in tespit ettiği gerçeği belli bir döneme odaklanarak, daha güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Bediüzzaman’ın 1935 yılında çıkarıldığı Eskişehir Mahkemesi’nde yaptığı savunmayı merkeze alan kitap, bu mahkemeye giden süreci de 1926’lara kadar uzanan titiz bir araştırmayla açıklıyor. Hem bu araştırmanın sonucunda edindiği bilgi ve bulgular, hem de bu bilgi ve bulgular eşliğinde getirdiği yorum ve açılımlar, Özkılınç’ın çalışmasını Bediüzzaman araştırmaları için yeni bir yaklaşımın öncüsü haline getiriyor.

Hemen belirtelim; Eskişehir Mahkemesi, Bediüzzaman’ın hayatında bir ilki temsil ediyor. Bu mahkeme, Said Nursî’nin, kitapta dikkatle irdelendiği üzere, tamamen hukuka aykırı bir şekilde 1926’da maruz kaldığı sürgünden 1960’taki vefatına kadarki ‘Yeni Said’ döneminde çıkarıldığı ilk mahkeme niteliğinde. Bu mahkemeyi daha da dikkat çekici kılan özellik ise onun Mustafa Kemal hayatta ve cumhurbaşkanı iken çıkarıldığı tek mahkeme oluşu.

Kitapta yer alan bilgi ve belgeler, tam da bu noktada, iki gerçeği birden ortaya koyuyor. Bir yandan, hayatları daha önce I. Meclis’te de kesişen Bediüzzaman ile Mustafa Kemal’in gerilimli ilişkisinin sonraki safhalarını bize gösteriyor; öte yandan, o dönemde hukukî sürecin nasıl işlediği konusunda bilgi veriyor.

Sonuncusundan başlayalım: Kitap, sözümona ‘yargı bağımsızlığı’nı öngören bir devlette, bu mahkemenin her aşamasının günü gününe İçişleri Bakanı tarafından Cumhurbaşkanı’na rapor edildiğini; yani yürütmenin yargı üzerinde sıkı bir gözetim ve denetim uyguladığını belgeleriyle gösteriyor. Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkemesi hakkında ortaya çıkan bu gerçek, elbette, İzmir suikastı ve Menemen davaları başta olmak üzere dönemin başkaca olayları ve yargılamalarında benzer bir sürecin işleyip işlemediği sorusunu gündeme getiriyor.

Kitabın ortaya çıkardığı olgulardan biri de, Takrir-i Sükûn döneminden sonra özgürlüğünü yitirmiş basının resmî ‘tavsiyeler’ üzerine yaptığı yayınlar ile Isparta’nın ücra bir beldesine her türlü haberleşme imkânından mahrum halde sürgün edilen Bediüzzaman’ın yazdığı risaleler arasındaki irtibat. Akrebin Kıskacında, Bediüzzaman’ın Barla’da iken talebeleriyle yapmış olduğu yazışmaları içeren Barla Lâhikası’nda yer alan mektupları, dönemin olayları ile birlikte değerlendirme imkânı sunuyor.

Mesela, Bediüzzaman’ın bu lâhikaları arasında yer alan “Eğirdir Müftüsüne Son İhtar” başlıklı mektubunun, ‘ilginç’ bir ziyaretin ardından gerçekleşen olaylara cevaben yazıldığını öğreniyoruz. Mustafa Kemal’in 1930’da Eğirdir’e yaptığı ziyaretin ardından, Isparta’nın Eğirdir ilçesine bağlı Barla’da ‘ilginç’ şeyler oluyor! Nahiye müdürü değişiyor, Eğirdir müftüsünün oğlu başöğretmen olarak Barla’ya tayin ediliyor, bu küçük beldede müftünün oğlunun marifetiyle Türk Yurdu açılıyor ve bütün bunların paralelinde Bediüzzaman’a yönelik resmî baskı ve aleyhte propaganda şiddetleniyor!

Harf devriminde pilot bölge: Isparta

Öte yandan, Bediüzzaman’ın sürgün edildiği Isparta’nın, tek parti döneminin Harf Devrimi gibi bazı icraatları için ‘pilot bölge’ seçilmesinin ‘tesadüfî’ olmadığını vurguluyor Özkılınç.

Kitabın altını çizdiği en önemli nokta ise Ankara’nın bu kadar doğrudan müdahalesine maruz kalmasına rağmen, Bediüzzaman’ın hem Barla’daki zorunlu ikameti esnasında, hem Eskişehir Mahkemesi’ne giden süreçte, hem de mahkeme süresince sergilemiş olduğu tutum. Ki bu tutumu, özetle, kitabın alt başlığına taşımış Akrebin Kıskacında yazarı: “Öfke ve teslimiyet çıkmazları karşısında, Bediüzzaman’ın üçüncü yolu.”

Özkılınç’ın, Bediüzzaman’ın 1926-1935 arasındaki on yıllık bir dönem içindeki duruşunu anlattıktan ve mahkemede yaptığı savunmanın yapıçözümünden sonra dile getirdiği şu düşünceler bu bakımdan dikkat çekici:

“[…] Eskişehir Mahkemesi müdafaalarını, bir bakıma modern zamanlarda imanî hizmetin yol haritasını ele veren bir manifesto olarak tanımlamak, kanaatimizce mümkündür. Mü’minlerin ve mazlumların ‘teslimiyet ile öfke’ arasında bir seçime zorlandığı ve ötekileştirildiği bir zeminde, Bediüzzaman’ın Eskişehir’de, sonrasında Denizli ve Afyon’da sergilediği destansı hak ve hukuk, hürriyet ve iman mücadelesi bir ‘Üçüncü Yol’un pekâlâ mümkün ve mevcut olduğunu gösteriyor.”

Akrebin Kıskacında bu gerçeği, Takrir-i Sükûn sonrası Türkiye’nin şartlarını, özelde Isparta canibinde olup bitenleri ve Bediüzzaman cephesinde yaşananları birbiriyle irtibatlı şekilde irdeleyerek ortaya koyuyor. Böylece, sadece Bediüzzaman’ın hayatının 1926-1935 arasındaki on yılını değil, bu on yılda Türkiye’de yaşanan olayları, bu olaylar ile Risale-i Nur’un telif süreçleri arasındaki bağlantıyı anlıyoruz. En önemlisi, ordusu ve bürokrasisiyle devlete hâkim olan, medyayı yönlendiren, dahası mahkemeleri de kıskacına alan bir zümreye karşı Bediüzzaman’ın sadece sözün ve hakikatin gücüne dayanarak ortaya koyduğu mücahedenin destansı niteliğini daha bir berraklıkla kavrıyoruz.

Önemli arşiv belgeleri

Özkılınç’ın çalışması bu özellikleriyle, Bediüzzaman araştırmaları için bir dönüm noktası olacak nitelikte. Zira bütün bir hayatı hızlıca ele almak yerine bir döneme odaklanıyor. Bu dönemi ise o günün sosyal-siyasal olayları ve gelişmeleri ile birlikte irdeliyor ve kitap ciddi bir arşiv ve belge araştırması içeriyor. (Bu belgelerin bir kısmı ana metnin içinde verilmiş; büyük bir kısmı ise kitabın sonundaki elli sayfalık hacimli ekte okuyucunun dikkatine sunulmuş.) Yanı sıra irdelediği bu dönemden her zamanın insanı için ‘öfke ve teslimiyet çıkmazı dışında bir üçüncü yol’un haritasına ulaşıyor yazar. Türkiye’nin son yıllarında ipuçlarına adım adım ulaşıyor olduğu Ergenekon düğümü de dikkate alındığında, bu yol daha anlamlı hale geldiği gibi, Ergenekon olgusu da son derece ciddi bir tarihsel derinlik kazanıyor.

Ahmet Özkılınç’ı yıllar alan ciddi bir emek, araştırma ve analizin meyvesi olan ve Bediüzzaman araştırmalarına yeni bir soluk getiren bu kitabı için tebrik ediyorum. Dilerim, bu dönem analizinin devamı gelir…

  07.12.2011

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut