Üç tarz-ı laiklik

Din ve devletin birbirlerinden özerk alanlar olarak örgütlenmesi ve devletin tüm dinlere eşit mesafede bulunması, laiklik pratiği açısından bir mitten ibarettir. Nasıl ki, ‘yeri ve zamanı geldiğinde’ her ulus devlet kendisini bir etnik toplulukla özdeşleştirmeyi tercih ediyorsa bütün laik devletler de, dinlerle olan ilişkilerini farklı düzeylerde konumlandırmaktadır.


ARAP DÜNYASINDA Nasır gibi Arap milliyetçisi liderlerin de önüne geçerek karizmatik bir popülarite edinen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Mısır ziyareti öncesinde, burada yayın yapan özel bir TV kanalına verdiği röportajda Mısır için laik bir anayasa önermesi, ister planlanmış olarak, isterse de mevcut sonuçlar öngörülmeden yapılmış olsun, Orta Doğu, İslam ve laiklik ekseninde büyük bir hareketlenmeye yol açtı. ABD’deki İslamofobik akımın en önemli kaynağı Siyonist Hıristiyan gruplar/Neoconlar ile AK Parti’yi AB nezdinde güvenilmez kılmak için sürekli “gizli gündem” propagandası yapan diğer laisist grupların bu çağrıya üzülmüş olması muhtemel. Türkiye siyasetinin iç aktörleri açısından da, laikliği siyasetsizliklerinin zemini kılarak varlıklarını ibka etmek ve muhaliflerini terbiye etmek için “kötek” aracı olarak kullanan çevrelerde de, “sonunda akıllanıp bizim bulunduğumuz noktaya geldiler” tesellisine yol açması büyük bir “gaz salınımına” işaret etmekte.

“Laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı” olma iddiasıyla hakkında kapatılma davası açılan bir siyasi parti liderinin, bu tavsiyede bulunması hayli paradoksal bir durum. Laik bir rejimin anti-demokratik uygulamalarının muhatabı olan, laikliğin, rejim üzerindeki vesayetlerini sürdürmek ve bunun sağladığı ekonomik ve siyasi rantı gizlemek için fondöten olarak kullananların terbiye sopası konumunda olmasına ve bu sopanın kendisine karşı kullanılmasına rağmen, jenerik olarak laiklik çağrısında bulunmak, ciddi bir muhasebeyi zorunlu kılmaktadır.

Ortadoğu için hangi laiklik

Sömürgeci Avrupa güçlerinin çekilmesinden sonra bunlar adına vekaleten sömürü düzenini sürdüren milliyetçi-sosyalist laik elitlerin elinde kalan Orta Doğu için, siyasi anlamda laikliğin çekici ve olumlu bir çağrışımı yok. Mısır ve Tunus’ta kokuşmuş sömürge düzenleri kendilerini laik olarak konumlandırmıştı. Cezayir’de seçimle iktidara gelen İslami Selamet Cephesi’nin iktidar hakkı, ABD’nin sosyalist Allende’yi Şili’de bir darbeyle iktidardan uzaklaştırması gibi, laisist Fransa öncülüğündeki sömürgeci güçler tarafından engellendi. Kuzey Afrika laikliği tamamen otokratik bir niteliğe sahipti ve eğer içinde İslam var olacaksa demokrasiyi kategorik olarak reddetmekteydi. Otokratik laikliğin dindar insanların ibadet haklarını engelleyen, inançlarını aşağılayan, kamusal alanı kendilerine tamamen kapatan uygulamaları daha henüz çok tazeyken, din ve vicdan hürriyetinin bizatihi sözde laik uygulamalarla engellendiği sosyo-politik bir coğrafyaya laiklik tavsiye etmenin empatik ve rasyonel bir tarafı bulunmamaktadır. Denebilir ki, Başbakan otoriter laikliği değil, 1982 Anayasası’nın gerekçesinde ifadesini bulan ve kesinlikle din karşıtlığından uzaklaşarak herkes için din ve vicdan hürriyetinin garantisi olan demokratik laikliği salık verdi. O zaman laik pratiklerin bu tezi doğrulama derecesine daha yakından bakmakta yarar bulunmaktadır.

Laikliğin din ve vicdan hürriyeti ayağında, bunun ana muhatabı olan Müslüman kitlelerin olumsuz bir tecrübesi bulunmaktadır. Aynı durumun Türkiye tecrübesi için de geçerli olduğunu biliyoruz. “Kendi kendini şarklılaştırmanın” “oto-kolonizasyon” biçimini aldığı, tek parti dönemi laikliğinin çok partili dönemde de sürdürülmeye çalışılması, daha on yıl önce yaşanan ‘Şubat Soğuğu’nun da gösterdiği gibi, gerektiğinde “bilim”i bile dışlayan histerik bir laiklik anlayışının toplumu din dışılaştırmanın aracı olarak kullanılması yeterince öğretici bir tecrübe. 11 Eylül sonrası Avrupa’da gelişen İslamofobik politikaların devlet ve toplum düzeyinde İslam’ı ve Müslümanları ötekileştiren politikalara kaynaklık etmesi, laikliğin din ve vicdan hürriyeti ayağının sadece Kuzey Afrika ve Türkiye’de değil, Avrupa pratiği açısından da önerilebilir bir meta olma niteliğini problemli hale getirmektedir. Ziya Paşa’nın dediği gibi: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” Hangi laiklik pratiği onu Müslüman kitleler nezdinde tavsiye edilebilir kılmaktadır? Laikliğin demokratik pratiklerinin bile Müslümanlara karşı küresel ölçekte otoriterleştiği bir ortamda, “din karşıtlığı” ile ilişkilendirilen bir kavramın siyasi sistemin tanımlayıcı bir vasfı olarak önerilmesi, siyasi basiret açısından da, İslami duyarlılık açısından da problemli görünmektedir.

Bunun yerine doğrudan din ve vicdan hürriyetinin anayasal sistem tarafından teminat altına alınmasının vurgulanması, çok daha sonuç doğurucu bir siyasi iletişim dili olmaz mıydı? Bunun tek yolunun Batılı laiklik anlayışı olduğu nasıl iddia edilebilir? Bunu iddia etmek, “medeniyetler çatışması” tezine kaynaklık eden “tarihin sonu” yaklaşımını benimsemekle eşdeğer değil midir? Türkiye, Kuzey Afrika ve Avrupa tecrübeleri açısından laiklik, Arap sokağı ve Müslüman kitleler için uzak durulması gereken bir pratik konumundadır.

Avrupa’da anti laik uygulamalar

Laikliğin ikinci ayağı olarak din ve devletin birbirlerinden özerk alanlar olarak örgütlenmesi ve devletin tüm dinlere eşit mesafede bulunması gereğinin telaffuz edilmesi, laiklik pratiği açısından tümüyle bir mitten ibarettir, gerçeklik değeri yoktur. Hangi Hıristiyan ülkede, devlet bütün dinlere eşit mesafede bulunmamaktadır? Sözde “liberalizmin” beşiği Hollanda’da, daha yenilerde, İslam’ı aşağılamak Mahkeme tarafından ifade hürriyeti içinde değerlendirilmedi mi? Aynı yaklaşım neden Hıristiyanlık ve Yahudilik için söz konusu edilmemektedir? Küresel Siyonizm’in antisemitizmi Yahudi, hatta İsrail karşıtlığıyla özdeşleştirmekte kat ettiği başarının, Yahudiliğe ve Yahudilere özel bir koruma alanı oluşturmadığı iddia edilebilir mi? Britanya’da neden Monark’ın Anglikan Kilisesi’ne mensup olması zorunluluğu devam ediyor? İslamiyet’e hakaret, neden Hıristiyanlık ve Yahudiliğe hakaretle eşdeğer bir konuma sahip değil? İtalya’da neden Katoliklik “en fazla müsaadeye mazhar din” konumunda? Atina’da neden hala Müslümanlar için bir cami bile açılamadı? Nasıl ki, hiçbir ulus devlet, ABD dahil, bütünüyle etniklikten ari değilse, “yeri ve zamanı geldiğinde” kendisini bir etnik toplulukla özdeşleştirmeyi tercih ediyorsa (unsur-u asli akidesi), bütün laik devletler de, dinlerle olan ilişkilerini farklı düzeylerde konumlandırmaktadır. Bu konuda standart bir pratikten söz etmek mümkün değildir. Bunun içindir ki, AB, laiklik konusunda standart bir uygulamayı üye ülkelere dikte etmemiştir.

Kamusal alanın paylaşılması

Burada laiklik çağrısının doğru muhatabının belki de İsrail olması gerektiği söylenemez mi? Çünkü İsrail laik olduğunu iddia etse de, kendisini tüm Yahudilerin devleti olarak konumlandırmaktadır. Müslüman Arap nüfus “esaret altında tutulan misafir” statüsündedir. Onların İsrail vatandaşı olması, ötekileştirilmelerini ve devletin kendisini bir Yahudi devleti olarak görmesini engellememektedir. Sayın Başbakan, Orta Doğu’daki tek demokratik ülke olma iddiasındaki İsrail’e Yahudi devleti olma vasfını laiklikle tadil etme çağrısında bulunmayı düşünür mü? Ya da ABD’ye, dış politikasını Hıristiyan Siyonizminin belirleyiciliğinden kurtarması ihtiyacını, küresel barış hatırına, hatırlatabilir mi? Açıktır ki, bu konuda, Müslüman’a karşı laik, Alevi’ye karşı Sünni, gayrımüslime karşı Müslüman tavrı takınarak sınırsız metamorfoz kabiliyetine sahip olduğunu gösteren Kemalist laikliğin hala belirleyici olduğu bir anayasayla yönetilen Türkiye’nin “laiklik cihadı”na çıkması, ülke olarak Türkiye’nin, ilke olarak laikliğin moral pozisyonunu ciddi şekilde zayıflatmaktadır.

Müslüman Orta Doğu’da İslam’ın siyasi meşruiyetin temel parametrelerinden biri olduğu ve böyle kalmaya devam edeceği açık. Bu yüzden Başbakan’ın çağrısı, bu bölgedeki laik elitlerin elini güçlendirse de, moral pozisyonlarını tahkim etmekten uzaktır. İslam’ın içerdiği çoğulculuğun bireysel tercihlerden mürekkep modern ortama uyarlanabilmesi, İslami düşüncenin demokratik düşünceyle harmanlanması sürecinde olgunlaşacaktır. Millet sistemi dahil geçmişteki uygulamalar bugün için sadece ilkesel düzeyde anlam ifade etmektedir. İslam’ı referans alarak düşünce üretmeye çalışanların, bireysel düzeyde din ve vicdan hürriyetinin sistemik mekanizmalarını ve devletin İslam dışındaki dinlerle ilişkisini otoriter değil “hürriyetçi” bir anlayışla geliştirmeleri ihtiyacı, laiklik çağrısının tekabül ettiği devasa problem alanına işaret etmektedir. Bu bakımdan, Başbakan’ın çağrısı, yukarıda zikredilen kaygılara rağmen, önemli bir tartışmanın da muharriki olarak görülebilir. Günümüzün önemli düşünürlerinden Charles Taylor’ın, Batı toplumları tarihi bağlamında sekülarizmin gelişimini anlattığı önemli eseri Seküler Çağ’da ortaya koyduğu sekülarizmin üç düzeyi, hem laik hem de İslami düşünce açısından tam bir “meydan okuma”ya karşılık gelmektedir. 1) Kamusal alan hem müminlerin de hem de inanmayanların “ortak malı”, respublica’sıdır. Kimse bu alana inanç biçiminden dolayı katılmaktan men edilemez. Eğer vatandaşlık söz konusuysa, bu kaçınılmaz bir durumdur. O zaman vatandaşlığın inançtan bağımsız olarak tanımlanması gerekmektedir. İslami duyarlı düşünce açısından bu ne kadar geçerlidir? “Kamusal alanda Allah’a yer olmadığını söyleyen” saldırgan laikleri hatırlamaya gerek yok elbette. 2) Küresel ölçekte dini pratiklerin gerilemesi özellikle Avrupa bağlamında doğrudur. Bu durum Müslüman toplumlar açısından ampirik olarak da, ilkesel düzeyde de kısmi bir doğruluğa sahiptir. Müslüman toplumların üyeleri hem inanç hem de kültür olarak büyük çoğunlukla kendilerini Müslüman olarak görmeye devam etmektedir. Dini pratiklerindeki zayıflık bu durumu değiştirmemektedir. Kemalizm, sekülarizmi topluma devletin zor araçlarıyla benimsetmeye çalıştı. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye’de, sekülarizmin etkilerine en fazla maruz kalan ülke olmasına rağmen, İslami değerler hem moral hem de pratik düzeyde varlığını güçlü şekilde sürdürmektedir. Zaten Taylor’ın analizi Müslüman toplumları kapsam dışı bırakmaktadır.

Laiklik evrensel bir ilke midir?

Allah inancının verili değil “seçili” hale gelmesi, Türkiye açısından da kısmen gerçekleşmiş bir durumdur. Esasen, ateizm, deizm ya da agnostizm insanlara dayatılmadıkça İslami düşünce açısından bu durumda bir beis yoktur. Din Hıristiyan toplumlar açısından bireysel bir kurum haline dönüşse de, özel alana ait bir mesele haline gelse de, Müslümanlar açısından böyle bir şey hem teorik hem de pratik olarak söz konusu değildir. Kamusal alanın zorunlu olarak dini naslara dayalı olarak düzenlenmesiyle, dini nasların da demokratik süreç içinde meşru bir amil olarak kabul edilmesi arasında bir nitelik farkı bulunmaktadır ve İslami düşünce bu konuda kendisini yeniden üretmeye devam etmektedir/etmelidir. Başbakan’ın laiklik çağrısını moral düzeyde zayıflatan husus, laikliğin zorunlu ve evrensel bir ilke ve pratik olarak kabul edilmesiyle ilişkilidir. Evet, laiklik ne zorunlu, ne de evrenseldir! Laiklik cumhurun tensibine bağlı olarak siyasi ve toplumsal barışa hizmet ettiği ölçüde maslahat ilkesinin şümulü içindedir. Hıristiyan evrenden doğmuştur, bunun etkilerini zati olarak taşıdığı için de hiçbir zaman evrensel bir vasıf taşımayacaktır. Dahası, demokratik laiklik anlayışı bile, onu uygulayan ülke sayısınca çeşitlilik göstermektedir. Başbakanın laiklik çağrısı hangi ihtiyaçtan kaynaklamıştır, hangi problemi gidermeye dönüktür ve hangi laiklik pratiğine tekabül etmektedir? Türkiye toplumu Orta Doğu ile ilişkilerini henüz kurmaya başlamışken, bunu laiklik üzerinden inşa etme hassasiyeti nereden kaynaklanmıştır? Bu soruların cevaplarını bilmeye hakkımız var.


ahmet66@yahoo.com

  03.10.2011

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut