BİRBİRİ İÇİNDE alemler nizamıyla kurulmuş şu koca kainatta, o alemlerin en latif ve en şirinlerinden birisi de, "çocuklar alemidir" kuşkusuz... En umulmadık anlarda bile içimizi yaşama sevinci ile doldurabilen hayatın bu en canlı renkleri; Allah Resulü aleyhissalatü vesselam tarafından "Cennet kokusu" ve de "Gözümün nuru" diye yâd edilmiş bir alemin de üyeleridirler aynı zamanda. Onlar çocuklardır, evlatlarımızdır...
Çocukların kimi zaman unuttuğumuz bu önemi, ‘kainat ağacının en değerli ve en yüce meyvesi’ olarak yaratılan insanın aslında ne kadar da temiz bir fıtratla var edildiğini ona hatırlatabilmesinden kaynaklanır biraz da. Zira çocuklar bu 'yalın' halleriyle, kâinatın o yüce meyvesine hem "kendisini okutturmak isteyen bir mektup", hem de Rabbi'nin bildirdiklerine dair “ona kendi içinden sunulmuş bir delil” olma vazifelerini pek de güzel bir şekilde yerine getirirler.
Çocukların böylesine yüce bir görevi üstlenmiş olmaları, o yavruların „yüce gönüllü insanlardan“ gördükleri derin şefkat, sevgi ve önem verici yaklaşımların nedenlerini anlayabilme noktasında, önemli bir ipucudur da aslında. Yani bir yönüyle, o masum yavruların ehl-i hâlden gördükleri kıymet; insanın ‘kendi özüne en yakın’ bir vaziyete, en fazla çocukluk döneminde yaklaşabilmesinden kaynaklanır. Yoksa, insan gerçek anlamıyla rolsüz, riyasız, uzun emeller peşinde koşmayan ve hislerini en yalın haliyle sergileyen (ve dahi, olduğundan farklı davranmayı 'henüz ustalıkla beceremeyen') böylesi bir vaziyeti, hayatının başka hangi döneminde bu denli fıtrî yaşayabilir ki?..
Belki biraz da bundan olacak, Allah Resulü aleyhissalatü vesselamın başta olmak üzere, hakikat erlerinin hayatlarına baktığımızda; çoğu zaman bizi şaşırtacak derecelerde çocuklara derin bir sevgi ve şefkat gösterildiğine şahit oluruz.
Ancak aynı hayat tablolarının, çocuklar söz konusu olduğunda bizi belki bundan daha sık ve daha çok şaşırtan öyle bir 'ortak sahnesi' daha vardır ki!. Çocuklara karşı, gerektiğinde ve ‘en olmadık zamanlarda’ bile 'hesaba alma' hali diyebileceğimiz bir dirayetin muhafazası, zaten başlı başına birer “hayat dersi” olan o hayatların dünyalarımıza salıverdiği en manidar derslerdendir!.
Üstelik, çocukların ara sıra bir köşesinden gösterdikleri "hassas ve dikkatli dünyalarının" farkında olan hemen hiç kimseden dahi; 'sen bilemezsin, sus bakayım!', ya da 'sadece sana söyleneni yap' gibi, düşünce ve muhakeme özürlü bireylerin ortaya çıkmasını netice verecek dikkatsiz-telafisiz herhangi bir söz, davranış veya tutumu da, pek göremezsiniz!.
Çünkü durumun ciddiyeti, -çoğumuzun-çoğunlukla yaptığının aksine- ehl-i hâlin hep hatırındadır: „Ehadiyetin“ her insanın iç dünyasındaki tecellilerinden biri olan ‘eneye-benliğe-bireyliğe-ferdiyete’ gösterilen derin saygı, o gönül erlerinin çocuklara yönelik yaklaşımlarında kendisini en başta belli eden hususlardandır.
Dahası, henüz ‘emekler’ haldeki o benliğin, yakın bir gelecekte bu kez de “Vahidiyetin” tecellisine daha yoğun bir mazhariyetle ‘yürüyen’ bir birey haline geleceği de, yine unutulmayan hususlardandır.
Ne var ki, bu pek aşikar gerçeğe rağmen, bir insanın çocuklukla yaşadığı o emekleyen döneminde görebileceği “doğruluktan sapma” hallerinin, ‘yürüyebildiği‘ dönemlerinde aynı insanın düşünce ve gönül dünyasında ne denli ciddi sıkıntılara dönüşebildiği de meydandadır.
Nitekim “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar ama anası-babası onu o hak üzere bulunduğu fıtrattan geri çevirir ve Hıristiyan, Yahudi vs. yapar.” mealindeki Nebevî fermanın -belki ileri safhasındaki sonucuyla- bize hatırlattığı işte bu hakikat; hem çocuklara yönelik davranışlardaki dürüstlük ve doğruluk hallerinin önemini, hem de çocukların ’soyut düşünebilme’ yeteneği açısından hiç de sandığımız kadar geri ve yetersiz olmadıklarını hakkıyla ders vermektedir.
Nitekim Allah Resulü aleyhissalatü vesselamdan nakledilen bir başka rivayette, “Kim bir çocuğa, ‘gel sana şunu vereceğim’ der ve sonra da bu dediğini vermezse, bu bir yalandır!” diye buyrulması da; çocukların yalana veya doğruya alışmaları noktasında ummadığımız ölçülerde ‘derinlikli bir kavrayışa‘ sahip olduklarını, yine “oldukça kesin bir surette” haber vermektedir.
Bunlarla birlikte, yetişkinliğe atılacak adımları otuzlu-kırklı yaşlara kadar çıkartılmış ‘modern zaman neticeleri’ sureten aksini söyleseler de; yedi-sekiz yaşlarında bir çocuğun, “Ahirete vücudumuz da mı gidecek, yoksa tek ruhumuz mu?” şeklindeki sorusuna muhatabiyetim, bana çocukların fark edebilme yeteneği bakımından hemen her yaşta ummadığımız kadar faal olduklarını unutmamam gerektiğini fısıldamakta... Biz yeter ki, çocuklardan beklediğimiz olgun davranışların, biraz da çevrelerinde görebilecekleri olgunlukları yansıtabilmelerine bağlı olduğunu hatırdan çıkarmayalım.
Son söz: Çocuklar, sandığımız kadar ‘çocuk’ değildirler aslında!..
© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt