Sınırla ve Savaşla İlgili Düşünceler…

Mona İslam

SINIRLAR HADLER, haddini, sınırını bilmek, bildirmek üzere bir sürü söz dolaşımda, kulağıma geliyor, nefsimi kışkırtıyor. Savaş boruları üflüyor. Sınırda görev yapanlara “serhad” derlermiş eskiler, ben serhad olmaktan yoruldum artık. Bu coğrafyadaki herkes de savaşmaktan yoruldu. Sınırlar daimi çatışma bölgeleri. Bir bakmışsınız kaşla göz arasında sınırınızdan içeri girilmiş, yahut siz hoyratça başkasının sınırını geçmiş, mülkiyet alanını işgal etmişsiniz. Hayatı ince bir hesaba tutunca ne kadar çok sınır ilişkisi çıkıyor. “Sınırlar kalkmalı” cümlesi benim için artık sadece siyasal, sosyal bir anlam ifade etmiyor, aynı zamanda metafizik de bir anlam taşıyor. Gerek bireysel, gerek sosyal plandaki savaşlara son vermek sınırların metafizik bir okumasını yapmaktan geçiyor. Yoksa bu kör dövüşü kıyamete dek sürecek, ve kıyameti biz çağıracağız. Oysa, cennet-âsa huzuru da çağırmak mümkün.

Vaktiyle biri bana sınırları konusunda hassas insanların başkalarının sınırlarına dikkat ettiklerini söylemişti. Öyle mi, artık bana pek öyle gelmiyor. Bilakis, başkalarının sınırlarına riayet eden insanların, kendi sınırlarını kısmen ya da tamamen başkalarına açabilen, yani sınırda değil, kendi mülkiyetlerine bırakılmış toprağın daha içlerinde yaşayan insanlar oldukları kanaatindeyim. Sınır bekçiliği yapan, yani o arkadaşın tabiri ile sınırına hassas zevat, daha savaşkan oluyor.

Oysa Mübarek Kitap’ta bir yerde geçtiği gibi “Allah’a sınırda kulluk edenler” sıkıntılı bir durumdadırlar. Her an risk altındadırlar, sınırlarını beklerler, fakat korku ve endişeleri bazen onları ötekinin sınırını işgale zorlar. Mazlum iken zalim olurlar. Savaş meydanında bir hayat yaşanılır şey midir? Size kısas izni verilmiştir, amenna, ama nasıl ölçersiniz size yapılanı, nasıl tartarsınız da aynısını yaparsınız karşı tarafa? Sizin hissettikleriniz ve onunkiler aynı mıdır? Alemde işlenen iki fiil aynı mıdır? Tecellide tekrar var mıdır? Dün yediğiniz ekmek ile bugünkü aynı ise, ekmeğinizi alan adamdan ekmeğini alabilirsiniz. Ya değilse. Sizin kalbinizle onunki aynı mıdır ki, kalbinizi kıran adamdan öcünüzü alasınız? Böyle bir terazi sizin elinizde yoktur ki? Siz Adl olamazsınız. Siz terazi kuramazsınız. O kadar iyi hesap bilemezsiniz. Siz Seri-ül Hisab değilsiniz. Siz basit matematik hesaplarını bile güç çözersiniz.

Huzurunuz kalmaz, kısas arzusu önce sizi bitirir. Kısas bir kısır döngüye, bir intikam sevdasına döner. Ama buna hakkınız yoktur, siz Zü’ntikam değilsiniz. O zaman sabreden ve affeden kişi neden hayırda imiş anlarsınız. Yanağınıza vurulduğunda öteki yanağınızı dönmezsiniz belki ama, “sataşan cahilere selam” der geçersiniz. Selam esenlik dilemektir. Dua etmektir.

Peki yanına kâr mı kalsın? Kalsın lütfen. Onun kârı dilerse sizden aldığı olsun. Siz mülkün sahibi değilsiniz ki sizden aldığı sizden alınmış olsun. Bilakis onu Mâlik’ten almıştır. Sizden onu alırken, Onun haberi olmadan mı aldı? Haberi var değil mi? O zaman ne diye tasalanıyorsunuz? Onun mülkü yine Onun memlûkünde. Ha sizde ha ötekinde. Allah aşkına, ne fark eder. Hakkınız mı yendi, bir şeye hakkınız mı vardı? Bilseniz Onun karşısında kimse hak dava edemez. Hak yendi vehmi, bir hak sahibi olunduğu vehminden beslenmektedir. Hepsi hayal- vehim, gerçek olan sadece O. Gayrın ne ehemmiyeti var.

Bu bizi bir başka sınırın tartışılmasına götürür. Kanaatimce tüm sınır çatışmalarının temelinde bu sınır vardır. İlk yaratıldığımızda bize soruldu, “Ben kimim sen kimsin?” cevap verdik, “Ben benim sen sensin.” İlk sınırı koyuşumuz bu tarihle başlar. Allah ile aramıza mevhum bir had çizdik. Sanki ayrı müstakil bir varlıktık biz. Ne zaman ki “Sen Rabbimsin bense senin kulunum” dedik, kölelik nişanemizi, boynumuzdaki yuları Ona teslim ettik, Varlığı birledik, Varlığımızı Ondan ayrı yok bildik. O zaman azaptan kurtulduk. Sınır koyduk azap çektik, sınırı kaldırdık, teslim bayrağı çektik, huzur bulduk. Bu kararı alana dek her hal bir savaş. Yaratıcısı ile kendini karşıt saflara koymuş bir nefis daha kiminle neyle ittifak edebilir, bir olabilir?

Savaşmak istemiyorsak ben ve sen demekten vazgeçmek gerek. İkiliği bırakmak gerek.

Uzun zaman ben de o savaşkan insanlar gibi sınırda yaşamışım. Şimdi geri çekilmek gerektiğini hissediyorum. Mülkiyet hissi, vehmi bir his. “Buraya kadar benim mülküm ve benim kurallarım geçer” dediğiniz benlik alanı da bir hayal bir vehim. Hiçbir yer sizin değil, ve benlik alanınızdan toprak kaybede kaybede fark ediyorsunuz bu gerçeği. Bir gün geliyor, “ben” zamirini yalnızca “Hiç birşeyim yok” cümlesinde kullanmak sahici, bir gün beninizin ellerinin bomboş, toprağının çöl, sınırının mevhum, hallerinin kum fırtınaları gibi değişken, arazisinin tespit edilemez olduğunu anlıyorsunuz.

İnsanın gerçekliği secde anında, oruçlunun iftar öncesi midesi en boş anında, sadaka alanın ellerini açtığı anında, yardım isteyenin inleyen nidasında. İnsanın fakirliği aslidir, asla bitmeyecektir.

Mevhum sınırı kaldırdığınızda karşınıza ikisi de hayırlı, iki yol çıkar. Allah’a teslim olup beninden vazgeçenlerin başına bir ayetin dediği gibi iki iyi halden başkası gelmez ki. Biri bu çölde tek avuç toprak sahibi olmadığınızın idrakine varmak, buna fena diyoruz. Başınıza gelecek hiç birşeyde söz sahibi değilsiniz, sevilirsiniz, sevilmezsiniz, horlanırsınız, pohpohlanırsınız, ikram görür, zulme uğrarsınız, hepsi birer kum fırtınası. Hiç birinde söz hakkınız yoktur. “Ben” üzerine yazılıp bozulan bir levhayım, levh-i mahv ve ispat “ben”im dersiniz. Kalem sizin elinizde değildir.Bu İncil’in kır zambakları sembolünü hatırlatır. Kır zambakları bütünüyle edilgendirler, hiç bir şey yapmazlar ama güneş onların ayağına gelir, ve onları Süleyman’dan güzel giydirir.

Kalem, ona yemin edenin elindedir, Onun iradesi, Onun kudreti, Onun taht-ı tasarrufu altında işiniz susmak ve itaattir. Defter susar, ben de bir defterim.

“Kur’an okunurken sus ve dinle”. Hayat da bir Kur’an’dır susup dinleyene. Susanın üzerine yazılır ayetler, o da bir ayet olur belki, umulur ki. İnşallah. Susmak, düşüncelerde bile susmaktır, susmak kendinden birşeyi gelene karıştırmamaktır, çünkü kendinde hiç olmaktır. Ümmilik dedikleri de budur.

Diğer yolda ise tüm çölün sizin ayaklarınız altına serilmiş olduğunu, gökyüzündeki yıldızların, alnınıza birer buse kondurmak için eğildiğini, ayaklarınızın altından ve başınızın üstünden bir mahbub gibi hediyelere boğulduğunuzu fark edersiniz. Hallerin değişimi kum fırtınaları olmaktan çıkar, hediye yağmuru, birer hava-i fişek patlaması, birer gösteri sağnağı, birer film sahnesi, kitabınızın yapraklarının hızla çevrilişi olduğunu anlarsınız. O vakit her hal size sevimli gelir, acı da tatlı da tadılan bir şeydir nihayet. Onların üstüne çıkarsınız. Onu ruhunuzun derinliklerinde tadarsınız. Buna da beka bulmak diyorlar. Bana da hayalini kurmak, nakletmek payı düşüyor. Olsun, güzelin hayali de güzel.

O zaman hissedersiniz ki levha değil, kalem sizsiniz. Sizinle yazılan birşeyler var. Fakat sizi sımsıkı tutan kudret elini öyle seversiniz ki, onun kabzasından çıkmak size cehennem, kemal-i memnuniyetle yazarsınız size “Yaz” dediklerini. O zaman bir başka anlaşılır “Kaleme ve yazdıklarına andolsun “ yemini. O zaman okursunuz Onun “Oku” emriyle, dilinizden dökülen her kelime Onundur. O okutturmazsa, siz okuma bilmezsiniz.

Biri celal biri cemal iki yol da Sınırsız Olan’a çıkıyor, sınırları kaldırıp yürüyebilene ne mutlu.

  19.09.2011

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut