Arşiv

Kur’ân Karşısında Unutulan

RİSALE-İ NUR’U tâ yüreğimizin derinliklerine yerleşir şekilde okumanın yegâne yolu, onu ‘hayatın içinde’ okumaktır. İnsan, hayatının içinde yüzyüze geldiği sorulara, sorunlara, arayışlara açık olduğu; bunları ezbere bir-iki sözle kapatıp geçmediği; bilakis, bütün bu soru ve sorunların getirdiği ‘acının ortasından geçme’yi göze aldığı oranda Risale-i Nur kendini ona ifşa ediyor. Bu bakımdan, her zaman ve zeminde Risale-i Nur’a hakkıyla muhatap olmanın ilk şartının, hastalığını, sorusunu, meselesini açıkça itiraf etmek; peşisıra bir cevap arayışı ve beklentisi içinde olmak olduğunu sanıyorum. İnsan, ancak hakikatı talep edince hakikatın talebesi olabiliyor.

Gerçi, kendimi hiçbir zaman Risale-i Nur talebesi olarak görmedim, göremedim. Risale-i Nur’dan aldığım Kur’ânî dersler ile almam gereken dersler arasındaki muazzam oran farkı; keza herşeye rağmen aldığım dersler ile hayatıma aktardıklarım arasındaki muazzam fark, beni böyle bir ‘talebe’lik zannından kesinlikle alıkoyuyor. Ama, en azından talebe olmak isteyen biri olduğum ümidini taşıyor; ve gerçekten talebe olmanın yolunun, işte ilk paragrafta sözünü ettiğim noktadan geçtiğini sanıyorum.

Bunun yakın bir örneğini, iki hafta önce, birkaç arkadaşımla Mesnevî-i Nûriye’nin bir bahsini, "Onuncu Risale"nin son sayfasını okurken tecrübe ettik. Hemen belirteyim: Onuncu Risale, benim için ayrı bir önem taşıyor. Zira, beni "Kur’ân Okumaları"na yüreklendiren, işte bu risalenin giriş kısmı idi. Bu risalenin ilk iki sayfası, Mülk sûresinin bir âyetinin yalnızca bir kısmının tefsiri hükmünde idi. İster mal-mülk anlamında, ister manevî mâmelek anlamında, ister devlet vs. anlamında alalım, bugün nazarını ‘mülk’ün bürüdüğü ehl-i dine asıl ‘mülk’ sırrını ve de Mâlik-i Hakikîyi ders veren tevhid incisi Mülk sûresinin bir ifadesinin tefsiri hükmündeki bu bahis, aylar süren bir müzakereden sonra, nazarımı Kur’ânî ufuklara açmış oldu. Her ne ise. Aradan yıllar geçip, nihayet bu risalenin son sayfasına gelince, yine Kur’ân’a dair; bizim ve şu zamandaki ehl-i dinin çok kritik bir yarasını ta özünden yakalayan bir noktayı keşfetmiş olduk.

Onuncu Risale, yine Kur’ân’a bakan son bahsinin sonunda, Kur’ân’a muhatabiyetin unutulan boyutuna dikkatleri çekiyor. Gariptir, bu boyut, bilhassa ‘Kur’ân eri’ olarak sağda-solda boy gösterenlerin, koskoca bir İslâmî tefekkür birikimini bir çırpıda tersyüz edip sözü "Bir Kur’ân var, bir de benim sevgili aklım; gerisi hikâye" demeye getirenlerin hastalığını gözler önüne seriyor.

Onuncu Risale’nın son kısmını, böylesi örneklerin yüreğimizi taciz ettiği ve bu örneklerin daha da arttığının görüldüğü bir ortamda okuduk. Yani ‘hayatın içinde’ okuduk; ve zahirde hiç de böyle bir konuya temas etmiyor gözüken ‘altıncı katre’den şu dersi aldık:

Bir kelâma muhatap olurken, insanın dikkat etmesi gereken dört husus vardır: mütekellim, muhatap, maksad, makam. Yani, kim konuşuyor, kime konuşuyor, hangi amaçla konuşuyor ve ne konuşuyor?

İşte, bugün ortaya konulan sözümona ‘Kur’ân araştırmaları’nın büyük çoğunluğunda, yalnızca ‘makam’ kısmı vardır; yani âyetlerin mevzuu, onların ne söyledikleri... Oysa en başta gelen, konuşanın Kim olduğudur; ama bu husus nazarlarda hiç tartılmaz bile. Ezbere söylenen, "Allah konuşuyor" sözü vardır, o kadar. Peki, kimdir o Allah? Bunun müzakeresi, tefekkürü, muhasebesi sözkonusu değildir. Kur’ân üzerine fikir ve de hüküm yürütenlerin çoğunun eserlerine veya sözlerine bakın: İşin bu kısmına dair küçücük bir vurgu dahi yoktur.

Halbuki, sözün tesiri ve kuvveti, en başta, söyleyenin kim olduğuna bakar. Bu bakımdan, Kur’ân’a muhatap olurken gözönüne alınacak ilk husus, ‘mütekellim’in kim olduğudur. Risale-i Nur’un değişik bahislerinde tekrar tekrar vurgulandığı üzere, Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem, bütün mevcudatın ilâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem, semâvât ve arzın Hâlikı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem, mutlak rububiyet cihetinde bir konuşmadır. İsm-i A’zamdan, Arş-ı A’zam’dan, bütün isimlerin mertebe-i a’zamından gelen bir Kelâm-ı Ezelîdir. Söyleyen O ise; ve O’nu bu şekilde, gerçekten âlemlerin Rabbi, bütün mevcudatın Hâlıkı, bütün masnuatın Sânii, ezel ve ebed Sultanı olarak tanıyabilmiş isek, her bir âyet bizi derin bir ihtizaza sevkedecektir. Zira, konuşan, ‘sıradan biri’ değildir. Herşey onun sanatı ve eseri olan bir Rabb-ı Zülcelâl’dir.

Oysa, nazil olduğu anlarda Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) ağırlığından âdeta yere yapışır hale geldiği Kur’ân âyetleri, kulağımızdan girer, kulağımızdan çıkar. İşimize gelen yerde aklımıza bir iz bırakır, ama çoğunlukla ne kalblerde izi kalır, ne de ruh ve vicdanlarda. Çünkü, Resul-i Ekrem (a.s.m.), vahyedeni, yani ‘mütekellim’in Kim olduğunu hakkıyla bildiği halde, bizlerin cahili kaldığı en birinci konu, tam da burasıdır.

Keza, Resul-i Ekrem (a.s.m.), kime konuşulduğunu da çok iyi bilir. Herşeye kâdir olan, hiçbir şeye gücü yetmeyene; herşeyin Rabbi olan, hiçbir şeye rab olamayana; herşeyin Mâlik-i Zülcelâl’i, kendi bedenine, hatta tek bir hücresine bile malik olamayana; herşey O’na muhtaç olup O hiçbir şeye muhtaç olmayan, herşeye muhtaç olup hiçbir şey kendisine muhtaç olmayana; herşeyin Mâbud-u Hakikîsi, hiçbir şeye karşı mâbudiyet iddiasına hakkı olmayana konuşmaktadır.

İşte, Resul-i Ekrem (a.s.m.), Kur’ân’ı, Rabbini bildiği gibi kendini de bilen biri olarak okumaktadır. O’nun küllî ve mutlak rububiyetine karşı, küllî bir ubudiyet yükümlülüğü olan bir ‘abd-ı âciz’ olarak okumaktadır. Fakat, bugün ortalıkta boy gösteren ‘Kur’ân erleri’nin dilinde ubudiyet kelimesine pek rastlanmadığı gibi, hal ve tavırlarında küçük bir haddini bilme ve tevazu manzarası da görülmemektedir.

Unutulan bir başka boyut, Kur’ân’ın ne maksatla konuştuğudur. Tenzil-i Hakîm, baştan sona, rububiyet-ubudiyet denklemi üzere yürümekte; insanı, ubudiyetini yalnız O’na mahsus kılarak kendisinin ve şu âlemin yaratılış sırrını tahakkuk ettirmeye çağırmaktadır. Ne var ki, bugün sergilenen Kur’ânî yorumların çoğunda, rububiyet talimi de yoktur, ubudiyet vurgusu da.

Geriye kala kala ‘makam’a, yani ‘mevzu’ya bakan çalışmalar kalmaktadır. Ne var ki, dört temel direğin üçünden mahrum kalan bu temelsiz, dar ve sığ çalışmalar olsa olsa kuru birer ‘edebiyat’tır. Zira, sahibine bile, marifet ve ubudiyetini arttırmak bir yana, enaniyetini arttırmaktan öte bir meziyet kazandıramamaktadır.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut