I.
HAYATIM boyunca en ziyade korktuğum şeylerden biri, yarı yolda kalmak yahut yarı yolda bırakmaktır. İman ülkesi, bir faninin tam anlamıyla kuşatması imkânsız bir ülkedir; zira her an, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un güzel isimlerinin yeni cilveleri sergilenmektedir. Öte yandan, her bir isim birbirine bakmaktadır ve bu birbirine bakışların şuuruna varılması zaten uzun zamanlar almaktadır. Ayrıca, her bir iman hakikatinden aklın hissesi, kalbin hissesi, duyguların hissesi, latifelerin hissesi ayrı olduğuna; meselâ kalb hakikatı teslim ettiği anda duygular ve bilhassa nefiz henüz teslim olamamış halde bulunduğuna göre, bu yönde de daimi bir çaba gerekmektedir.
Sözün kısası, iman hiç bitmeyen bir yolculuktur. Ama o yolculuğa henüz başladığı an, ‘meseleyi bitirdiği’ni sananlar vardır. Böylelerin benzini fazla zaman geçmeden bitmekte; hayat bineği tökezlemektedir.
Ve, gören gözler, bu zamanda tökezlemelerin hiç de az olmadığını görmektedir. Şu zaman, tökezlemenin asıl, sapasağlam kalmanın ise zor ve istisna olduğu bir zaman dilimidir.
Peki, neden tökezleme asıldır da, sapasağlam kalma asıl değildir? Bu, kaçınılmaz bir hal midir; yoksa, bazı ihmal ve atlamalardan dolayı mı hadisatın seyri bu şekilde gerçekleşmektedir?
Kur’ân’ın ve onun aydınlığında Risale-i Nur’un verdiği derslere baktığımda, bu hazin tablo, bugünün ‘elhamdülillah müslüman’ pek çok insanında, hatta bugünün ehl-i dininde çok manidar ihmalleri, atlamaları, kaymaları ve de yarı yolda kalmaları belgelemektedir.
Bu ihmal yahut ‘atlama’ların en başında geleni ise, insanın tercihinin iman-küfür tercihine münhasır kılınması; bu ilk tercihin ardından gelmesi gereken diğer tercihlerin görmezden gelinmesidir.
Oysa, Kur’ân’dan anlaşılan odur ki, bu, tercihlerin ilkidir. Hemen ardından, iman şıkkı içinde yeni bir tercih gündeme gelmektedir: tevhid-şirk tercihi. İman, ancak tevhid içeriyorsa, imandır; yoksa, zihinde veya kalbde Allah’ın yansıra ‘daha düşük’ rütbeli başkaca ilahlar da mevcutsa, bu sahih bir iman ikrarı değildir. Kur’ân, "Gökleri ve yeri yaratan Allah’tır" deyip ‘hâlâ inkâr edenler’den söz ediyorsa, bunun içindir. Hem, eğer tevhidî bir iman sözkonusu değilse, varolan şirk derelerinin yolu sıra, insan tekrar küfür-inkâr-isyan-tuğyan bataklıklarına doğru çekilmektedir.
İman-küfür tercihinde iman; tevhid-şirk tercihinde tevhid şıkkı işaretlendiğinde de mesele bitmemektedir. Bu kez karşımıza çıkan, ‘âmiyâne tevhid-hakikî tevhid’ tercihidir. Risale-i Nur’un birçok yerinde izah edildiği üzere, dalâletin fen ve felsefeden gelmediği eski zamanda belki âmiyâne tevhid necat vesilesi olabilmektedir; ama bu zamanda, imanı şüphelere atan bunca sorulara ve küçük yaştan itibaren kulağımıza üflenen küfranî ‘hazır cevap’lara mukabil, ‘tahkikî bir iman,’ ‘tahkikî bir tevhid’ gerekmektedir. Yok eğer âmiyâne tevhid yeterli görülürse, bu kez, Yirmiikinci Söz’ün o güzelim misalinin ortaya koyduğu üzere, ‘çok hırsızlık’lar, yani şirk tehlikesi kapıda beklemektedir. Şirk ise, daha kötü bataklıklara giden sürecin başlangıcı mesabesindedir.
Tahkikî iman ve tahkik sonucu ulaşılmış hakikî tevhid ile de mesele bitmemektedir. Bu kez, yakînî ve hakikî bir tevhidin mertebeleri olarak ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn mertebeleri kendini göstermektedir. İlkini yeterli gören, ihtimal ki, yalnız aklı ikna yahut nefsi ilzam eden bir imanla yetinecektir. Bu, belki o insanın imanını gerçekten şüphelerden kurtaracak; ama duygularının da ikna olduğu ‘aynelyakîn’ bir imana göre çok çok geride kalacaktır. İlmelyakîn bir iman, duygular da tam ikna olmadığı için, ola ki amelî ihmallere mani olamayacaktır. Oysa, aynelyakîn bir iman, ‘muhabbetullah’ ve ‘lezzet-i ruhaniye’nin de tadıldığı, dolayısıyla emr-i ilahînin gereği olan sahil amellerin zoraki değil, seve seve yapıldığı bir iklime insanı sevkedecektir.
Maamafih, amel-i salihe gelindiğinde de iş bitiyor değildir. İnsan, bu noktada da eğer tahkiki ve hassasiyeti elden yitirir; meselâ nefsine bir hisse verir, bir derece kibirlenir ise, bu kez Kur’ân’ın ‘amellerin ibtal olması’na işaret eden ‘habitat a’mâluhum’ sırrı kapıda beklemektedir. Ki hem bu duruma, hem bu durumun ilacına, Resul-i Ekrem (a.s.m.) "Ve heleke’l-âmilûne ille’l-muhlisûn" hadisiyle dikkat çekmektedir. Bu kez karşı karşıya olunan tercih, ihlaslı amel ile ihlas-özürlü amel tercihidir. Allah ihlası nasip ettiğinde ise, imtihan gene bitmez. Zira, insan, "Ben ihlaslıyım" dediği anda ihlas kulesinden aşağılara düşmeye başlamıştır. Yani, hadisin ihbarıyla, "İhlaslı olanlar da büyük bir tehlike üzeredirler."
Velhasıl, iman yolculuğu hiç bitmeyen bir süreçtir; ve her an yeni tercihler ve tehlikeler ile karşı karşıya olunan, ama her bir tehlike aşıldığında bir kat daha mesafe alınan bu yolculukta insan tekrar tekrar denenmektedir.
Her insan, ömür boyu, her türlü düşük maddeden arınmış, saf, katışıksız, halis altını elde etmek için aşama aşama gerçekleştirilen kimyevî işlemlere benzer bir süreci yaşar bir bakıma...
Bu iş böyle bilinince, Risale-i Nur gibi eserlerin kıymeti bilinmektedir.
Bu iş böyle bilinmezse, Risale-i Nur gibi eserler ya ‘hikâye’ yahut ‘fazlalık’ olarak gelmektedir.
II.
Kur’ân-ı Mübîn, "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorulduğunda "Allah" diyen, ama ‘hâlâ inkâr eden’ insanlardan söz eder. Yine Kur’ân, ‘Allah yalnız olarak anıldığında kalbleri sıkışan’ları haber verir. Zât-ı Zülcelâl, yine Kur’ân’da, bu durumda olanlara hitaben şöyle buyurur: "Allah yalnız olarak anıldığı zaman inkâr edersiniz. Ve eğer O’na ortak koşulursa, inanırsınız."
Bu âyetler, iman-küfür ikileminde ‘iman’ı tercih etmekle işin bitmediğinin; bu imanın ‘tevhid’ de içeriyor olması gerektiğinin net bir ifadesidir. ‘Allah’ı ananlar’ belki küfre karşı imanı tercih ediyor gözükmektedir; ama gerçekten mü’min olanlar, ‘Allah’ı yalnız olarak ananlar’dır. Allah’ı, peşine eşler ve ortaklar koşarak ananlar değil.
Yoksa, tüm insanlık tarihi boyunca, Allah’ı hepten inkâr eden, hâşâ "Allah yoktur" diyen çok az insan yaşamıştır. Bu konuda en kötü şöhret sahibi filozoflar çizgisinde dahi, Allah’ın varlığını kabul edenler, "Allah yok" diyenlerden kat kat fazladır. Pek çok filozofu ve de felsefe çizgisini nübüvvet çizgisinin rakibi ve düşmanı kılan, "Allah yok" demeleri değil; var olan Allah’a eşler ve ortaklar koşmalarıdır. Allah’ı bir ilah olarak kabul etmekle birlikte, ya insanı, ya tabiatı, ya maddeyi, ya ‘sebepler’i, ya devleti, ya belli bir şahsı veya bunların tamamını ilahlaştırmalarıdır. Şirkle bulaşmış bir iman gerçekten iman sayılacak olsa, dünya üzerindeki inkârcıların sayısı, şu çağda bile herhalde yüzde 2’yi aşmayacaktır. Ve, şirke bulaşmış bir iman gerçekten iman sayılacak idiyse, bir Resul-i Ekrem’in (a.s.m.), hatta Kur’ân-ı Hakîm’in varlığı daóhâşâógereksizdir.
Zira, Resul-i Ekrem’in içlerinden çıktığı, Kur’ân’ın da ilk muhatabı olan insanlar, Allah’ı yok sayan insanlar değildir. Bilakis, aralarında yaptıkları sözleşmelerin ilk cümlesi "Bismik Allahumme," yani "Allah’ım, Senin adınla" olan insanlardır. Ama, yine onların ‘erbâben min dûnillah’ı da vardır. Kendilerince bir ‘uluhiyet hiyerarşisi’ kurmuşlardır. Allah, el-ilah’tır, en üstün ilahtır; lâkin ona bağlı, ondan aşağı ve onunla insan arasında aracı başkaca ilahlar da bulunmaktadır. Ve bu şirk bulaşığı inanç, insana ‘hepten inkâr etmekten iyi’ gibi gözükse bile, vâkıanın böyle olmadığı, Resul-i Ekrem’in en katı ve en acımasız düşmanlarının Mekke müşrikleri olmasından anlaşılmaktadır. Şirk, ‘küfr’e kıyasla ‘ehven-i şer’ değildir. Bilakis, imanın güzelliğinin bütün güzelliğiyle, küfrün ve inkârın çirkinliğinin bütün çirkinliğiyle görülmesini, dolayısıyla net tercihler yapılmasını hayat boyu engelleyen bir durumdur. İnsanı ne uçan ne koşan, ne kuş ne deve kılan müthiş bir kaypaklık halidir. İnsanı güya hem mü’min, hem münkir kılan en müthiş kişilik bölünmesi, en feci şizofreni hükmündedir. İnkâr ve küfür halini yaşamak, gerçekten zor, hatta imkânsızdır. Zira, insanın hadsiz arzularına karşı medet verici, hadsiz tehlike ve düşmanlara karşı ise sığınak olarak bir Kadîr-i Mutlak’ı araması, insanlığın özünde var olan zaaf ve aczin bir muktezasıdır. Küfür ve inkâr, bir Kadîr-i Mutlak’ı yok saydığı için insanı insanlığı ile çelişkiye düşürür. Ya intihara, ya deliliğe, yahut sefahet ve benzeri yollarla kasden ve bizzat ‘şuur hali’nden uzaklaşmaya mecbur eder. Bu zor yola mukabil, şirk, müthiş bir bukalemundur. Zora düşüldüğü zaman "Kadîr-i Mutlak olan bir Allah var" der, rahatlatır. Zora düşülmediği durumlarda ise, insanın kendi nefsinin tercihleri ve tiryakilikleri dahilinde hayatını sürdürmesini temin eder.
Kısacası, çağlar boyu, yaşanan en ciddi çatışma ve kırılma noktası, küfür değil, şirktir. ‘Yalnızca Allah’a iman’a karşılık, ‘yanına birşeyler ekleyerek Allah’a iman’ durumudur. Kur’ân, hikmeti iktiza ederse bütün günahları affeden Allah "şirki asla affetmez" diye ilan ediyorsa, bir sırrı budur. Kur’ân’ın inkârdan ziyade şirk üzerinde duruyor olmasının bir sırrı da budur. Hakikat ehlinin ve de tasavvuf ehlinin, asırlar boyu gerek nefse tâbi olma şirkinden, gerek esbab ve tabiat şirkinden, gerek devlet, toplum, âmir, memur gibi başkaca unsurları Rabbine ortak edinmekten korunma üzerinde ısrarla, tekrar tekrar durmasının bir sırrı da budur.
Ve şu zamana gelirsek, Risale-i Nur, bu ısrarın, bu tekrarın tecdidi ve tahkimi için vardır. Bir kez daha tekrarlarsak, imanı ‘Allah’ı yalnız olarak anmak’ diye biliyorsak, baştan sonra tevhid-şirk ikilemi üzerine bina edilen Risale-i Nur’un Kur’ânî derslerine duyacağımız ihtiyaç şedit olacaktır. Ama, "Canım hepimiz Allah’a inanıyoruz" demek bizim için yeterliyse; bu arada "Bizi devlet koruyor," "maaşımızı hükûmet veriyor," "yağmuru bulut yağdırıyor" ise ve ayrıca "ben biliyor, ben yapıyor, ben ediyor"sam, Risale-i Nur ‘fazla derine dalan’ gereksiz bir fazlalıktır.
Şahsen, şirkin çok uzaklarda olmadığını hissediyorum. Ve, ona en ziyade yakın duranlar, ihtimal ki, onu kendi semtinin çok uzağında sananlardır.