Ya tahammül, ya sefer

İnsan konuşan/düşünen bir varlıktır, değil mi? Parlamento bunun için ‘açık’. Sokaklar kelimelerle değil taşlarla konuşur. Sokaklar bunun için ‘kapalı’.


MİLLİYETÇİLİK, Batı toplumlarının sekülerleşme sürecinde ortaya çıkan “ontolojik kutsallık” ve “epistemolojik mutlaklık” ihtiyacına tekabül eder. Hayatı “bu dünya” ile kavrayan ve kapitalizmin sürekliliğine eklemleyerek metalaştıran, demokrasiyi kamusal barışın kaçınılmaz kötüsü olarak kabul etmek zorunda kalan “mimi alınmış” Batı medeniyetinin sömürgecilik dalgasıyla genişlemesi, tevhid üzerine müesses Müslüman beşeri coğrafyasının milliyetçiliğin tasallutuna maruz kalması sonucunu doğurdu. Altı kalın bir şekilde çizilmesi gereken bu durumu şöyle ifade edebiliriz: Hayatı “ahiret” odaklı olarak telakki eden ve “dünyaya” da bunun için yönelen Müslüman fikrinin “tevhidle” biçimlenmiş ve “istikamet”le hayatlanmış yöneliminin milliyetçi bağlanmaya ihtiyacı yoktu/yoktur. Bir fikir olarak milliyetçilik, Müslüman dünyaya, sekülerleşmiş entelijansiyanın siyasi ve ekonomik iktidarı ele geçirmesi sonucunda, siyasi mühendislik projelerinin akabinde, hakim hale gelmiştir.

Türk ya da Kürt olmayı sosyo-politik bir aidiyet olarak değil, insan nevinde cereyan eden adetullahın bir tecellisi olarak, ilahi Rububiyetin fıtrata mündemic tezahürlerinden biri olarak gören Müslüman anlayışın yerini, günümüzde seküler kutsallığın halkın afyonu haline getirdiği milliyetçilik almış durumda. Tanzimat’la başlayan merkezi müdahaleci devletin İttihat ve Terakki döneminde giderek ulusallaşması, Cumhuriyetle birlikte ise, devletle birlikte toplumun da bu milliyetçi sosyalizasyona tabi tutulmasıyla, Türklük her etnik gruptan Müslüman topluluğun sosyo-politik var olma biçimi olarak kurgulandı. 1924 Anayasası’nın vatandaşlığı düzenleyen 88. maddesinin TBMM Genel Kurulu’ndaki görüşmeleri esnasında dile getirilen görüşler ve anayasanın kendisi Türk olma ile Türk vatandaşı olmayı birbirinden ayırt ederken, uygulamada vatandaşlık haklarından yararlanmayı Türklüğe asimilasyona bağladı. Sonraki anayasalar, bu ayırımı kaldırarak vatandaşı açıktan Türklükle tanımladı.

Asimilasyoncu eşitlik anlayışı

Bu asimilasyoncu eşitlik anlayışı, İttihat ve Terakki’nin lider kadroları arasında yer alan ve Abdulhamid’in kurduğu modern okullarda biyolojik materyalizmle sosyalleşen Kürt entelijansiyasını yok saymaktaydı. Oysa Milli Mücadele’ye destek veren Kürtlerin, Türkler gibi, kendi milliyetçi bağlanmaya sahip aydın sınıfı oluşmuş durumdaydı. Bunların Türklüğü, Kürtler için temel sosyo-politik aidiyet çerçevesi olarak kabul etmeleri mümkün değildi ve olmadı. Öyleyse, bugün karşı karşıya olduğumuz problemin Türk ve Kürt eksenlerinin ikisi de, İslami hamiyetle karakterize edilebilecek bir var oluşun yerine milliyetçi paradigmanın çatışmayı kaçınılmaz kılan değerler matrisinden beslenmektedir. Kemalist ulus devlet modeli, Kürt milliyetçiliğinin üzerine oturduğu güç ekseni, meşruiyet çerçevesi ve sosyo-politik tahayyül karşısında sürdürülemez hale gelmiş bulunmaktadır. Said Nursi’nin istibdad-Meşrutiyet tenavübü bağlamında söylediği şu sözleri, Kemalist ulus devlet modeli bağlamında tekrarlamak mümkün görünmektedir: “Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal”. “Eski hal”, Türkleştirilen/icat edilen Türk kimliğine dayalı, dil ve kültür açısından tekçi ve homojen Kemalist ulus devlet modelidir. “Yeni hal” ise şudur: Türk/Kemalist milliyetçilik, artık devletin üzerine oturacağı meşruiyet matrisini temsil edemez. İnançlar ve akideler karşısında nötr olması gerektiği kabul edilen seküler devletin, ki bu bir liberal mittir; yeryüzünde böyle bir devlet mevcut değildir ve olmayacaktır, etnik ve ulusal kültürler karşısında da nötr olması talebi yeni durumun en özlü ifadesidir. Ulusallık siyasi ve mülki anlamda devleti tanımlayan bir nitelik olup, bu devletin hükümranlığı altında yaşayan etnik grupların/ulusların kültürel özgürlüğünü ve özgünlüğünü garanti eder/ederse yaşar. Ulus devletler coğrafyası şimdilik varlığını sürdürse de, ulus devletler artık devleti tek bir ulusun/etnik grubun dili ve kültürüyle tanımlayamaz ve idame edemez.

‘Eski hal’den ‘yeni hal’e...

“Yeni hal”in tezahürlerini tüm Batılı coğrafyada gözlemlemek mümkün. Etnik ulusçuluğun en güçlü olduğu üç örnek, bu açıdan oldukça çarpıcıdır. Fransa, tek bir Fransız ulusu anlayışını sürdürse de, Korsikalıların, Bretonların, Baskların ve diğer grupların etnik kimliklerini ve kültürel haklarını tanımakta, bunu da yerellik, bölgesellik ve kişisel düzeyde tanımlanmış kültürel çoğulculuğa açık olma düzeylerinde yansıtmaktadır. Vali-belediye başkanı düzeylerinin teke indirilmiş olması bu açıdan özellikle kayda değerdir. İtalya ise İtalyanlık içindeki tarihi varyasyonları, idari bölgeselleşmeyle nispeten çözümlemiş görünmektedir. Yine de İtalya’da ayrılıkçılık fetişizmi bir zengin hastalığı olarak yansıma bulmaktadır. Bizdeki Kemalist tecrübeye paralel şekilde Frankocu bir geçmişe sahip olan İspanya ise, demokrasiye geçtikten sonra, anayasal düzeyde, İspanyol ulusunun çeşitli halklardan oluştuğunu ve Kastiliyen dilinin ulusal resmi dil olarak korunmakla birlikte, bölgesel düzeyde, farklı özerklik statülerine tabi toplulukların dil ve kültürlerinin koruma altına alınmasını öngörmektedir.

İspanya’daki bölgeselleşme süreci, şiddeti dışlayan, tek taraflı çoğunluk ya da azınlık kaynaklı dayatmalara kapalı, diyalog, müzakere ve uzlaşma ruhuna dayalı olarak gerçekleştirilmiştir. Bu sayede, tarihten gelen farklılık algılarına sahip Bask ve Katalanların özerklik talepleri, bölgesel düzeyde karşılanırken, bunun komplikasyonları bölgeselleşme sürecinin genelleştirilmesiyle hafifletilmiştir. Yine de, İspanya örneğinin de önemli problemleri bulunduğu unutulmamalıdır. Bölgeselleştirme yoluyla özerklik modeli sonucunda, Bask etnik kimliğinin şiddete dayalı olarak savunulması büyük ölçüde meşruiyetini yitirirken, Bask ayrılıkçılığının kitlesel desteği zayıflamıştır. Katalonya ise, ekonomik ve sportif başarılarla, Barselona futbol kulübü Katalon milliyetçiliğinin de önemli dölyataklarından biridir. Bugün İspanya’dan ayrılmayı müzakere edebilecek hale gelmiş bulunmaktadır. Bölgeselleşme yoluyla özerklik modeli, her durumda geniş toplumla entegrasyona ve “birlik içinde çeşitliliğe” hizmet etmemektedir. Madrid, Barselona’da İspanyolca’ya yabancı dil muamelesi yapılmasından şikayet etmektedir!

“Yeni hal”in Türkiye’deki mevcut yansımasına baktığımızda, Kemalist ulus devlet modelinin, asker-yargı-üniversite-bürokrasi sacayaklarının kötürümleştiğini, birlikte hareket edebilme yeteneğini kaybettiğini, vesayete dayalı siyaset modelinin can çekişmekte olduğunu görüyoruz. 2002’den bu yana Türkiye’de yaşanan ve krizlerle olgunlaşarak temadi eden demokrasinin konsolidasyonu sürecinde, Kemalist ulusçuluğa dayalı vatandaşlık anlayışının değişmesi konusunda yaygın bir mutabakatın gerçekleştiği görülmektedir. “Demokratik açılım” süreci, tüm med-cezirlerine rağmen diyalojik bir süreçtir. Diyalog dilinin müzakereci bir niteliğe bürünmesi ise, diyaloga taraf olan tüm aktörlerin objektif iyi niyet, empati ve sorumluluk duygusu içinde hareket etmesini gerektirmektedir. Bu niteliklerin yokluğu “izmihlale” davetiye çıkarılmasıyla eşdeğerdir.

Terör değil isyan mı?

Türkiye’deki Kürt milliyetçi hareketinin, dölyatağında geliştiği Kemalist solun tekçi ve dayatmacı reflekslerinden arınamaması, amaca ulaşmak için her türlü aracı mubah sayması ve demokrasiye araçsal bir anlam yüklediği görüntüsü vermesi, sivil iktidarın milliyetçilik zeminiyle hemzeminliğini “eşyanın tabiatı gereği bir hal” olarak görmesi sonucunu doğurmaktadır. PKK hareketinin saf bir “isyan” hareketi sınıfına sokularak terörist niteliğinin göz ardı edilmesi ama devlet terörü vurgusunun sürdürülmesi, “güven oluşturucu” bir yaklaşım değildir. Bir eylemin terörist nitelik taşıması, onu kimin gerçekleştirdiğine göre belirlenemez. Aynı şekilde, “milliyetçilik” bir hak arama zemini olarak haklılaştırılamaz. Kürt kimlik ve kültürünün tanınması ve güvence altına alınmasına ilişkin talepler, insani demokratik haklar olarak değil milli haklar düzleminde iletildiğinde, bunun müzakere atmosferini geliştirici bir etkide bulunması, en azından Türkiye özelinde, beklenemez. Kürt milliyetçi hareketi, ordunun askeri operasyonlarını durdurmasını haklı olarak talep ederken, PKK’nin yaşama hakkına, ifade özgürlüğüne ve ticaret hakkına yönelik saldırılarını bir mücadele aracı olarak kullanamaz. Kullandığında, müzakere sürecinin gelişmesine katkı yapamaz. Kürt kimlik ve kültürünün milliyetçi zeminde sahiplenilmesinin Kürt milliyetçiliği olarak adlandırılamayacağı; çünkü Kürtlerin ezilen bir topluluk olarak sadece hak mücadelesi yürüttüğü tezi naif bir totolojiden ibarettir. Hak arayan haksızlık yapmaz; buna alet de olmaz. PKK’nin silahlı varlığını masada bir koz olarak kullanıp siyaset yapmak, “nur”la “topuz”u bir araya getirmektir. Bu da geniş topluma güven vermez ve kuşku sarmalını tahkim eder.

Aynı geminin yolcularıyız

Demokrasi ancak demokratik araçlarla korunabilir. Hak mücadelesi, demokratik zeminde, ancak katılım ve temsil kanalları açık olduğunda yürütülebilir. Sivil itaatsizlik bu kanallar kapandığında anlamlı hale gelir. Geçmişte bu kanalların kapalılığını bahane edenlerin, yüzde 10’luk antidemokratik barajın yüksekliğinden şikayet edenlerin, her durumda haklı olduklarının kabul edilmesi gerektiğini oyunun kuralı olarak dayatan mızıkçı çocuklar gibi, parlamentoyu boykot ederek red kültürüne avdet etmeleri ve mümkün olanı hülya ile karıştırmaları, “yetişkin çocuk” sendromuna yakalandıklarını göstermektedir.

Bu gemide hepimiz yolcuyuz. Gemi su aldığında herkes bu suyu boşaltmakla yükümlüdür. Taşın altına herkesin eli uzandığında, kolektif empati gelişir ve sorumluluk bilinci pekişir. “Fırtına çocukları”nın bırakın müzakereyi, diyalogu bile kaldıramayacaklarını söyleyerek alarm zili çalanlar, bilmeliler ki yolun öbür tarafında da bu çocuklardan mebzul miktarda mevcuttur. Türkiye toplumu problemlerini pazu gücüyle değil, akıl, vicdan ve sağduyusuyla değerlendirecektir. Müzakereye ehil olanlar, “yeni hal”in Kürt kimlik ve kültürünün “statü”sü için ne tür çözümler içerebileceğini tartışabilirler. Müzakereye iklimine kavuşmak için, ötekini düşman olarak görerek ve kendi taleplerimize her hal ve şartta mutlak haklılık atfederek değil, beşeri var oluşumuza barış içinde anlam katarak ulaşmayı öğrenmek zorundayız. Toplum içinde yaşamak, herkesin kaybedeceği bir şeyler olduğu anlamına gelir, “Fırtına çocukları”nın bile. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar insanlığını da yitirmiş olanlardır.

İnsan konuşan/düşünen bir varlıktı, değil mi? Parlamento bunun için açık. Sokaklar kelimelerle değil taşlarla konuşur. Sokaklar bunun için “kapalı”.


ahmet66@yahoo.com

* Bu yazı Star gazetesinde yayınlanmıştır.

  04.07.2011

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut