Arşiv

 Ya Güzel Olmasaydık?

BİR FERYATLA, bir ağlayışla dünyaya geldiğimizi anlatırız. Aslında bu ağlayış, dokuz aydır yaşadığımız dünyamızdan ayrılışın verdiği korkunun dile gelişidir. Sanki hayatımıza son veriliyormuş endişesinin yaşanışıdır. Ama hemencecik, annemizin şefkatli kolları bizi kucaklar. İşte o an korkumuzun yersizliğini anlarız. Çok daha güzel bir hayata başladığımızı hissederiz. Ağlama, yerini huzurlu bir sessizliğe bırakır. Bu sessizlikle beraber, sevmeye başlarız dünyayı. Dünyayı tanıdıkça, o karanlık yerdeki eski hayatımız gün gün daha bir sevimsizleşir gözümüzde. Her bir günle, yeni dünyamızın bir başka güzelliğini keşfederiz. Yeni hayatımız, her gün, hattâ her saat, her dakika, her an bir başka güzellik tablosu ile gözbebeğimize gelir.

Her bir mevcutla tanıştıkça, önceleri gülümseriz. Kahkahalar da atarız kimi zaman. Severiz herşeyi. Bizim için her bir şey güzeldir; çirkin yoktur. Hepsini sever, hepsiyle ilgilenir, hepsiyle mutlu oluruz óama düşünmeden, ama bilmeden, ama şuursuzca. Severiz. Çevremizle henüz aklımızı kullanarak ilişki kuramadığımız o saf halimizle, böyle dolaysız anlatırız güzele olan sevgimizi. Güzelliğe olan tutkunluğumuz böyle dile gelir.

Oysa bu dünyadaki hayatımız eskidikçe, yaşımız giderek büyüdükçe yani, güzelliğe bakışımız farklılaşır. Etrafımızda olup bitenleri, ve onların güzelliklerini çoğu zaman görmeyiz bile. Bir zamanlar her bir mevcudun bizim için ne kadar güzel, ne kadar sevimli olduğunu düşünmeyiz, hattâ hatırlamayız artık.

Ama, yaşım ne kadar büyürse büyüsün, yine severim güzeli. Yine ona tutkunumdur. Ama onu hep kendimde ararım. Sanki yalnızmışım gibi, sanki "ben"den başkası yokmuş gibi, güzelliğe kendimden başlar, yine kendimde bitiririm. Günüm bu düşünceyle başlar, gün boyu öyle yaşarım. Gece, rüyalarım öyle başlar, uykumda bile rahat olamadan, güne öyle dönerim.

Her Allah’ın günü, o gün yolda rastladığım, hayran olduğum ya da resmiyle büyülendiğim, düşüncelerimi dolduran "o birisi" kadar güzel olmak isteği içimi kaplar. Bütün saatlerim, o çok beğendiğim "birisi"ne benzeme hülyasıyla harcanır, gider. Onun gibi konuşmak, onun gibi giyinmek, onun gibi davranmak, hattâ onun gibi düşünebilmek için, kısacası "onun gibi olmak" için çabalar, dururum. Onun gibi olmak için, sevdiği renkmiş, özel zevkleriymiş, bir gününü nasıl yaşıyormuş, moda anlayışıymışÖ öğrenmeye çalışırım.

Ama ne kadar çalışırsam çalışayım, bütün bunlar, sonuçta birer vehim, birer kuruntu olmaktan öteye geçmez. Belki kısa bir süre "onun gibi" olabilirim; ama kısa bir süre yalnızca. Uzunca bir zaman değil. Ne de olsa, o bir başkasıdır; ben de ondan başka biri. Ben benim, o da o. Ben herşeyimle, zevklerim, düşüncelerim, yaşayış tarzım, fizikî yapım ile ondan ayrı bir "ben"im; o da kendisininkiler ile o. Onun zaten ben olma derdi yoktur; ben de, ne kadar dert edinirsem edineyim, o olamam.

Sonuçta, o "birisi"ni taklidi bırakırım, Bırakırım da, taklidin neden saman alevi gibi bu kadar kısa sürdüğünü hiç farketmem, hiç mi hiç düşünmem. Bu defa, bir başka güzel bulurum kendime. Sonra da o olmaya çalışırım. Yol yine çıkmazdır elbette.

Ve hayatım, hep o "birileri"nin peşi sıra yaşanır giderÖ

Bazan giyimi, davranışları, düşünceleri, fiziği farklı farklı birilerinin beğendiğim taraflarını kendimde birleştirmeye uğraştığım da olur. Şunun elbisesi, şunun saçı, şunun gülücüğü diye diye, çok daha zor bir yol seçmişimdir kendime. Çünkü seçtiğim her bir özellik, gerçek sahibinin diğer tüm özellikleriyle ayrılmaz bir bütündür; o bütünün bir parçasıdır. Konuşmasını beğendiğim insanın giyim zevki, giyimine hayran olduğum bir diğeriyle çoğu zaman uyuşmaz. Hemen her bir özellik, diğeriyle zıtlaşır. Her biri ayrı kişiliklerin parçasıdır çünkü. Ben ise, bunların tümünden ayrıyımdır; ne o, ne bu, ne şu, ne bir diğeri. Bunu farketmezsem, bir "yamalı bohça"yı andırır halim. Düşünün, üstelik beğendiğim özellikler ve dolayısıyla insanlar, zamanla değişecek. Nasıl da dağılmış olacağımı hemen anlarsınız. Ben olmaktan çıkarım; üstelik hiçbir şey de olamam.

Bütün bunlar, işin bir yönü. Eğer kendimi çirkin görüyorsam, ya da "en güzel" görmüyorsam, böyle yaşarım hayatımı, ama bir de diğer yüzü var madalyonun. Kendimi dünyalar güzeli gördüğüm yüzü de var.

Eğer kendimi güzel buluyor, kendimi beğeniyorsam, bu defa, bütün duygularımı, hayran olduğum "ben" kaplar. Ki bu düşünceye ulaşmamda, eksik olmasınlar, çevremin, çevremdeki insanların, daha çocukluğumdan başlayarak yaptığı telkinlerin rolü de az değildir. Hep kendimi düşünürüm bu defa. Günümde ve gecemde, "Güzelliğimi nasıl devam ettireceğim? Nasıl herkesten farklı ve daha güzel olacağım?" sorularıyla boğuşurum. Her sabah aynanın karşısına geçer; "Bugün nasıl olmalısın?" diye sorarım "aynadaki güzel"e. Kendime yani. Ama, ah o mel’un endişeler yok mu? Ya oraya daha güzel biri gelirse? Ya bir başkasının elbisesi daha güzel olursa? Ya daha iyi konuşan, daha kültürlü insanların ortasında kalakalırsam?

Bu defa, böylesi kâbuslarla dolar gençliğim. Herkesin çok beğendiği, hayran olduğu, peşinden koştuğu güzelliğimin gerisinde, yalnız dünyamda işkenceyi yaşarım. Sahi, insanlara kendime dair "Ayy, ne kadar güzel!" dedirtinceye kadar, kendime bu gözle baktırıncaya kadar yaşadığım korkuları, kâbusları, boğuşmaları hanginiz bilebilir?

Sokakta, okulda, bir arkadaş grubunda, imrenilesi bir halim vardır güya. Herkes iç geçirir kendi dünyasında. Ama kimse bilmez, birilerinin taklide bile yeltendiği hayatımın nasıl bir cehennem olduğunu. Öyle bir yol ki yolum, sanki iki ucu keskin bir bıçakÖ İki ucunda da cehennem var óşu anda da yaşanan. Kendimi çirkin bularak nefret edip, kendimce beğendiğim güzellerin güzelliğini taklide kalkıp, güzel olmaya çalışırken de, kendimi "zaten güzel" gördüğümde de aynı cehennemi yaşarım.

Hem, her iki halde de, en korktuğum şey, gençliğin gidişiyle o güzellikleri kaybetmek değil midir? Çünkü güzellik denen şey, aklımca, ancak gençlikle birliktedir; onunla birlikte vardır. Gençler güzelse, ihtiyarlar çirkindir aklımca.

Ve gençlik gider, Gözümün yaşına bakmadan gider. Gençliğin gidişiyle, "güzellik" de kaybolur. Tenim büzülür, yüzüm buruşur, saçım ağarır, dişim dökülür, gözüm fersizleşir, belim bükülür. Ve yerimi başka gençlere, başka güzellere bırakırım. Ama bu kaybı yediremem kendime. Zira zirvedeki o sırça saraydan yuvarlanış öyle ağır, öyle zordur kiÖ Katlanılır gibi değildir. Ama yuvarlanırım işte. Gümbür gümbür giderim de, yapabileceğim hiçbir şey olmaz. Birşey gelmez elimden. Bu gerçeği göre göre, daha gençken bu kaybın bir gün mutlaka olacağını düşünmek, ölümden bile korkunç değil mi?

İşte cehennem alevlerine kocaman bir odun yükü daha: "gençliğin bitmesi" düşüncesi! Artan, çekilmez sıkıntılar. Ve sonunda, gençliğe daha sıkı sarılışÖ

Bu sarılışla, hiçbir yaşta kendimden koparmak istemem gençliğimi. Her zaman gençmişim gibi davranmaya çalışırım; yaşlılığı kendime yakıştıramam. Her yaşta aynı güzelliği yaşıyormuşçasına, aynı giyimi, aynı konuşmayı, aynı tavırları devam ettirmeye uğraşırım. Yaşlandığımı bilirim bilmesine de, farkettirmemeye çalışırım. Birileri de yardım eder bana. "Her yaşın gencine" falan, feşmekân diye, cebimden nice milyonları alarak, kendimi genç görmeme yardım ederler. Ve sonunda, gençken alay ettiğim, dudak büktüğüm o rüküş yaşlılardan biri olur çıkarım. Bütün gençlere düşman kesilirim üstelik. Her birini taklide çalışırken, hiçbiri olamam çünkü.

Ve bir gün, "Hâlâ gencim" diye söylendiğim bir gün, ölümle noktalanır dünya hayatım. "Gençliğim daha bitmedi" derken, bir bakarım, ölmüşümÖ

Şöyle bir geçiverse hayatım gözlerimin önünden, "Ohh! Hayat dediğin işte böyle olur" diyebilir miyim? "Mutlu oldum, çok güzel geçti hayatım" diyebilir miyim?

Belki de sevinmem gerekir, böylesi bir cehennemi şimdiden gördüğüme. Görüp de kurtulduğuma, kurtulmanın yolunu aradığıma.

Ve arayan bulurmuş. Ben de bulurum demek ki. İyi de, acaba nasıl bulurum? Nasıl bulurum kurtulmanın yolunu?

Ne dersiniz? Hayatımın film şeridini bir daha baştan mı alsam öncelikle óta bebekliğimden başlayarak.

Sahi, o zaman ne güzel görünme endişem vardı, ne "çirkinim" kuruntusu, ne "en güzel"lik böbürlenmesi. "Sen güzelsin, sen çirkin" de dememiştim insanlara. Diğer mevcutlara da dememiştim aynı şeyi. Kuşları severdim, civcivleri çok severdim, ama fareyi de severdim o zamanlar. Herşey güzeldi benim için.

Ama sonradan öğrendim fareyi çirkin görmeyi. Sonradan öğrendim, hindileri kızdırıp kabartmak için "Kabaramazsın kel hindi/Annen güzel, sen çirkin" demeyi; öylesi güzel-çirkin kıyaslamasını herşeye ve her insana taşımayı. İşte o zaman o yekpare güzel, o güzelim dünya bölünüverdi, dağılıverdi; güzel-çirkin diye ayrılıverdi. Yarısına kördüm artık dünyanın. Yarısını sevmiyordum artık insanların.

Ve gençliğimle, bir "ben" geliverdi dünyama. "Ben bir yana, dünya bir yana" der oldum birden. "Ben güzelim" diye düşünür hale gelip, "Ben herkesten güzelim"e erişmenin sancısını yaşadım. "Ben pek güzel değilim aslında. Biraz çirkin sayılırım aslında" diye düşünüp, yine "Ben herkesten güzelim"e erişmenin sancısını yaşadım.

Fakat gördüğüm yaşlılar hep "Sen herkesten güzel değilsin" dediler bana halleriyle. "Biz de öyle düşünürdük kendimiz için, amaÖ"

Ama yaşlılar çirkin değildi ki! Kendisini yaşlı görmeyip gence benzemeye çalışan yaşlıların hiçbiri "genç güzeli" değildi şüphesiz; ama ak örtüsünü omuzlarından aşağı salıp, yaşlılığın hakkını vere vere tane tane konuşan, buruşuk ama nuranî yüzlü, sevimli mi sevimli nineciğim öyle güzeldi ki! Yüzünün aydınlığını seyre doyamazdım.

Velhasıl, çocuk da güzel, genç de, yaşlı da. Çocuklar da, gençler de, yaşlılar da.

Ama çocuk çocuk olarak güzel; genç genç olarak, yaşlı yaşlı olarak.

Ve herkes güzel; ben ben olarak, o o olarak, bir başkası bir başkası olarak.

Ve hepimiz, bir güzelim dünyada yaşıyoruz. Çiçeği, yaprağı, yağmuru, bulutu, yıldızı, şimşeği, baharı, kuşu ile, her bir şeyi ve herşeyiyle güzel bir dünyada yaşıyoruz. Ve ben, hepsiyle de ilgiliyim. Kâinatla sayısız bağlarım var. Küçük bir kâinat gibiyim sanki. Bütün kâinat âdeta bende özetlenmiş. Benim varlığımda hepsinin de yeri var. Herşey ile, hepsi güzel olan her bir şey ile böylesine ilgili olan ben, nasıl çirkin olurum? Yani, ben de güzelim. "Hepsinden daha güzel" değil, "hepsi kadar" güzelim.

Yani, güzelliğimin ölçüsü, başkaları değil. Başkalarının daha güzel ya da daha az güzel olması değil; çünkü herkes ve herşey kendi halinde güzel. Ve ben, bütün o güzellikleri nasıl kendi aynama yansıtırsam, nasıl bir küçük kâinat olabilirsem, o derece güzel olurum.

İşte o zaman gelip geçiveren dış görünüşler önemsizleşiverir birden. Onlar silikleşirken, akıl ön plana çıkar, kalb belirir, duygular belirir, ruh beliriverir. Ayna onlardır çünkü. Onlar ne derece "ben"den arınmışsa, ne derece temizse, şu güzel dünyanın güzelliğini ne derece kendisine taşımışsa, o kadar güzelimdir.

Böyle görünce olayı, böyle görüp de aklımı, duygularımı, kalbimi bu yönde kullanmaya başlayınca, sanki yep yeni bir dünyaya açılırım. O ana kadar hep onunla-bununla oyaladığım aklım, kucak kucak sorular taşır dünyama. Her bir güzellik gözbebeğime yansıyınca, hemen soruverir: "Şu akılsız, bilgisiz varlık, nasıl böyle güzel olabilir? Nasıl bilir her haliyle bir başka güzellik tablosunu sergileyeceğini?"

Sonunda, bir aydınlık aklımın önünde beliriverir: "Bütün bu güzellikler, öyle güzel yapan bir Güzelin habercisi."

Ve ben de kendi güzelliğimle, o mevcutlar içindeyim. Onlardan biriyim. Hem hepsiyle de ilgiliyim. Hepsini seviyorum. Hepsini istiyorum. Onlarsız bir hayatı düşünemiyorum. Demek, o herşeyi güzel yaratan Güzel yaratmış beni. Çiçeğin güzelliği kendisinden olmadığı gibi, çiçeksiz bir dünya düşünemeyen benim güzelliğim de kendimden değil.

Kendimin olmayan şeyi kendime mal edemem. Benim olmayıp da bana verilmiş şeye, "benimdir" diyemem. Güzelliğim bana verilmiş. Her bir insanın güzelliği de kendisine verilmiş. Kuşun, çiçeğin, yerin, göğün güzelliği de verilmiş. Bugün var olan bütün güzellikler "verilmiş" olduğu gibi, dünkü güzellikler de öyleydi; yarınki güzellikler de öyle olacak.

Tıpkı güneş misali... Şu dünya ırmağına yansıyıp sönen bütün güzellik kabarcıkları, o güzelliği veren sonsuz bir Güzele işaret ediyor; Onun mutlak Güzel olduğunu bildiriyor.

İşte böylesi bir mantık silsilesi içinde, herşey değişiverir. Tüm mevcutlar kendi güzellikleriyle, o güzelliğin kaynağı olan Mutlak Güzele işaretler ederler. Yani, hiçbir şey kendiliğinden güzel değildir aslında. Hepsi güzeldir de, "güzel yapılmış"tır.

Öyle görebilsem dünyayı, herşeye, her insana ve kendime öyle bakabilsem, aklımla, kalbimle, duygularımla, herşeyimle güzelleşir, güzel bir insan olarak yaşar, öyle yaşlanır, beni güzel yaratan o Güzeller Güzeline öyle kavuşurum.

Ya öyle görmezsem? Ya kendimi en güzel, başka birilerini çirkin; kendimi çirkin, başka birilerini güzel görürsem? O zaman da bu bakışın davet ettiği cehennemî bir ruh hali içinde şu güzel hayatı zehir etmekle kalmam, herşeyi güzel Yaratanı kimi şeyleri çirkin yaratmakla suçlamanın cehennemine girerim.

Nasıl istersem...

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, İnci Şirvan

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut