Tecessüs ve mahremiyet pazarlamacılığı üzerine bir pazar sabahı mülâhazası

Aytekin Akar

BİR PAZAR sabahıydı. Geç bir saate kadar uyuyarak, haftanın yorgunluğunu atabileceğini düşünmüş, ancak uyuşuk bir kafa ile yatağından güçlükle kalkabilmişti. Vakit ilerlemiş olmasına rağmen onun için hala sabahtı. Aheste bir mahmurluk içinde çayını demleyerek, salonda bulunan dev plazma televizyonun karşısındaki masanın üzerine kahvaltısını hazırladı. Kapıcının kapıya bıraktığı ekmek ve gazetesini de alarak, televizyon kumandasının açma tuşuna dokundu. İşe yetişme kaygısı olmayan tatil sabahlarında, kahvaltı sofrasındayken pazar gazetelerini ve ilavelerini okumak veya televizyonda güzel bir program bulup izlemekten büyük zevk alırdı.

Bir yandan uyuşuk bir halde çatalın ucuyla kahvaltılıklardan alıyor, soğumuş çayından yudumluyor, diğer yandan da gazeteye göz gezdiriyordu. Yoğun bir tempoda ve iş hayatının ağır stresi ile geçen uzun bir haftanın ardından, kendisini zengin bir kahvaltı sofrasının oyalanmasına bırakarak, zihnini boşaltmak ve hayatındaki sıkıntıları kısa süreliğine de olsa dondurmak istiyordu. Komşu duvarlardan eve sızan sesler hariç, etrafta sakin bir sabah yaşanıyordu. Dışarıda caddeler henüz hareketlenmemiş ve muhtemelen insanların çoğu evlerinde güne yeni başlıyordu. Hatta belki de her zamankinden fazla sayıda çocuklu yetişkinli izleyici kitlesi de bu saatlerde tatil gününün rehavetiyle televizyon karşısında veya yakınında olabilirdi. Televizyon kanallarının bunu dikkate alacağını düşünerek, kendisi de ilginç bir program bulabilmek ümidiyle gayrı ihtiyari kanallar arasında dolaşmaya başladı. Bir süre taradıktan sonra ilgisini çekecek bir program bulamadığı için, rastgele bir kanalı açık bırakarak, dikkatini gazetesine yoğunlaştırmaya karar verdi.

Açlığını giderip, keyif çayı kısmına geçtiğinde, gazetedeki ana başlık ve haberlerin çoğunu okumuş olduğunu fark etti. Sıra ilavelerdeydi. Yüzleri, toplumun büyük kesimince tanınan bir takım insanlar, magazin ilavesinde yine başköşelere özel hayatlarıyla yerleşmişlerdi. İnsanların büyük kısmını ilgilendiren birçok gelişme ve ülkenin, dünyanın kafa patlatılacak bunca sorunu varken, dizi ve filmlerle popüler olmuş insanların tamamen kendilerini ilgilendiren özel hallerinin sık sık gündeme getirilip haber konusu yapılmasını kendisi de her fırsatta eleştirirdi. Ama nerede bu tür haberlere rastlasa, dikkatini verip okumaktan, dinlemekten yine de geri duramazdı. Gazetenin ilavesi, filan ünlü, falan ünlü ile bilmem hangi eğlence mekânında paparazziler tarafından görüntülenmiş, yüzü çok tanınan insanlardan hangisi bir diğerinin ne şekilde dedikodusunu yapmış, sosyeteden kim kaçıncı kez evlenmiş, kaçıncı kez boşanmış gibi çarşaf çarşaf yer tutan bol resimli, çoğu reklam kokan haberlerle tıka basa doluydu.

O an televizyondan gelen ve çok önemli bir son dakika gelişmesi olmuş gibi bağıran bir sunucu sesi ile irkildi. Dev ekranda, müstehcen görüntüler eşliğinde yine ünlü birinin sarhoş bir halde, kanal muhabirlerince gizli bir şekilde görüntülenme “başarı”sından büyük bir övgü ile bahsediliyordu. Öyle ki ünlünün yüzü gizleniyor, kim olduğunun biraz sonra açıklanacağı bangır bangır duyuruluyor, öğrenmek için kanal değiştirmeden programı izlemeye devam etmek gerektiği defalarca vurgulanıyordu. Oldukça itici gelen bu durum yüzünden hemen kanalı değiştirdi. Sonra yine değiştirdi, başka kanallara göz gezdirdi. Bir çok insanın evlerinin içinde, ekranların karşısında olabileceği bir tatil gününün bu saatinde, bir çok televizyon kanalı birlik olmuşçasına aynı dakikalarda ve benzer görüntüler eşliğinde magazin programları veriyordu. Gazetenin magazin ilavesinden geri kalmayacak şekilde, yine özel hayatlar bolca teşhir ve ifşa ediliyordu.

Bir elindeki gazeteye, bir televizyon ekranına baktı. Acı acı gülümsemek geldi içinden. “Acaba böyle yayınların yapılması, bu tür programların hazırlanması, tanınmış insanların özellikle eğlence mekânlarındaki, gece yaşantılarındaki kesinlikle örnek alınmaması gereken hallerinin böylesine teşhir edilmesi, kime ve ne şekilde hizmet ediyor?” diye düşünmeye başladı.

İlk aklına gelen, bu tür haberlerin, her ne gündemle olursa olsun bu insanların kendilerinden bahsedilmesine, isimlerinin sık zikredilmesine ve bu vesileyle şöhretlerini sürdürmelerine ve aslında geçim kaynaklarının önemli bir parçası olan yüzlerinin unutulmamasına yarıyordu. Şöhretin ne kadar büyük bir tehlike olduğu, arttıkça riyâyı ziyadesiyle körüklediği, başkalarının müdahalelerini artırarak hayatı karartabildiği gerçeği bir yana, bu haberlerin çoğu, insanların nefislerinin fazlasıyla meylettiği, güzel amelleri bir çırpıda yutan gıybet ve dedikodular sayesinde üretiliyordu. Üstelik bu sansasyonel hayat tarzı cilâlanarak, süslenerek, en uygun zamanlarda özellikle ömürlerinin en riskli dilimlerini yaşamakta olan genç nesillere servis ediliyordu. Ayrıca çoğu zaman, bu sektöre malzeme olan bazı şöhretli insanların gündemde kalabilmek, unutulmamak hırsı ile bizzat kendilerince tezgâhlanan veya medya ile ortaklaşa üretilen uydurma ve düzmece haberlere konu oldukları da bilinmiyor değildi.

Hayatın renklerini fark edebilmemizi, algılamamamızı kolaylaştıran ve ufkumuzu genişleten birbirinden değerli eserleri ortaya koyan gerçek sanatçıların, ülke olarak kalkınmamız uğruna büyük hizmetler veren siyaset ve ilim adamlarının, bir çok insana ekmek kapısı açılmasına vesile olan iş adamlarının, kendisinden ziyade toplum için çalışmasıyla tanınan ve sevilen daha bir çok insanın, sevilmeleri ve başarılarının ardındaki, örnek alınacak birçok kesiti bulunan yaşantılarının merak edilmesi bir dereceye kadar doğal olmalıydı. Ama açgözlülükle, onların her sıradan insanın günahıyla sevabıyla yaşadığı ve yaşayabileceği özel hallerini araştırıp, fütursuzca ortaya dökmek, elbette çirkinlikleri de beraberinde getiriyordu. Bir kesimce derin bağlılık duyulan şöhretli birine, diğer kesimce nefret duyulabiliyordu. Şöhrete sahip insanlar zarar görüyor, suizânlara maruz kalabiliyordu. Bazıları şöhretlerini hatta mesleklerini sürdürebilme kaygısı ile riyâya, gösterişe, hileli yollara, haramlara tevessül edebiliyorlar, gözlerinin kendilerinin üzerlerinde olan insanlara, ortaya saçılan bir tek yanlışlarıyla bile kötü örnek olabiliyorlardı.

Günümüzde magazin haberciliği yapılırken başvurulan ve tecessüs denilen hastalık nefsin pek hoşlandığı çok çirkin bir davranış olmalıydı. İnsanların tecessüs yaparak, diğer insanların özel hayatlarını merak içinde gözetlemeleri, gizli hallerini araştırarak meydana çıkarmaya kalkışmaları neticesinde, suizân, dedikodu, gıybet, haset gibi kardeşi bile kardeşe düşman haline getirebilecek bir çok kötü davranış tetikleniyor ve yaygınlaşabiliyordu. Nitekim bu konudaki bir ayette de açıkça yasaklanmıştı:

“Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Muhakkak ki bazı zanlar günâhtır. Ve tecessüs etmeyin (merak edip insanların hatalarını araştırmayın). Sizin bir kısmınız diğerlerinin dedikodusunu yapmasın. Hiç sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Elbette ondan tiksinirsiniz. Ve Allah'a karşı takva sahibi olunuz. Muhakkak ki Allah, tövbeleri kabul eden ve Rahîm olandır.” (Hucurat, 12)

Çocukluk yıllarının siyah beyaz gazete ve dergilerini düşündü. Magazin dergileri veya magazine ayrılmış bölümler, ilâveler genellikle, yabancı ünlülerin yedikleri, içtikleri, hobileri, turneleri ve plak çalışmaları gibi onlar hakkındaki kolayca erişilebilecek bilgileri içerirdi. Yıllar geçtikçe hem teknoloji ve imkânlar artmış, hem de hayat tarzları, anlayışları çeşitlenmiş, insanların birbirleriyle iletişimleri kolaylaşmış, moda gibi maneviyatı zehirleyen salgınlar artmış ve paralelinde magazin haberciliği sektörü de devasa büyüyerek güçlenmişti. Büyürken de nice şöhretli insanları yıpratıp yutmuş, nice hayatları da tarümar ederek insan etiyle beslenen ve içinde çoğunlukla insanların “kaynatıldığı” kara bir kazan haline gelmişti.

Televizyonu kapattı, gazete ekini katlayıp bir kenara koydu. Düşünmeye devam etti. Şehveti, şöhreti, gıybeti, dedikoduyu, çekiştirmeyi ve başkasının irade ve hürriyetine verilmiş özel hayata ilişerek kul hakkına girmeyi kolaylıkla netice verebilen tecessüs illeti, başkasının hayatı ile ilgili lüzumsuz bilgileri izlemek ve araştırmak dikkate alındığında, daha en başında malayaniyata dalmak manasına geliyordu. Malayani yani boş ve faydasız işler de, bir saati bile çok kıymetli ahiret meyvelerini kazanmayı sağlayabilecek olan ömür sermayesinin çarçur edilmesi demekti.

Kendisini düşündü. Çoğu zaman kendi kusurlarını görmez, sürekli başkalarında eleştirilecek yönler bulup çıkarırdı. Böylece, başkalarının zaaf ve kusurlarıyla oyalanarak avunur, bir bakıma da kendisini içten içe yüceltmiş olurdu. Bu hal iç âleminde, önce büyük bir sahte rahatlamaya vesile olur, kendisine olan itimadının bir süreliğine de olsa arttığını hissettirirdi. Belki de başkalarını yermek, gözünde küçültmek, kendisini kendi gözünde büyütürdü. Oysa bu nefsinin, şeytanla işbirliği neticesinde, ona kurduğu bir tuzaktı. Hata aranılan herkeste hata kolaylıkla bulunabilirdi. Sürekli başkalarında hata bulmaya çalışmak ise, insanın öncelikle kendi hatalarını görmesini engelliyor ve hatalı gördüklerinden soğutarak uzaklaştırıyor, gıybet ve dedikodu gibi bir dizi günahı davet ediyordu.

Yerinden kalktı, koltuğa oturdu. Hatırına önceki akşam arkadaşlarıyla mevzûsu açıldığı için okudukları gıybetin ne olduğu ile ilgili, Üstad Bediüzzamanın Mektubat’ında yazılan cümleler hatırına geldi:

“Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır.” (Yirmi ikinci Mektup)

Bugüne dek, sözde sanatların, acınası şöhretlerin malzeme edildiği, bolca boş, lüzumsuz, zararlı bilgi, haber ve müstehcen görüntüler, resimler içeren türlü türlü çirkefliklerin sermâye edildiği böylesine bir âlemin çirkinliklerinin, gazeteleriyle ve televizyon programlarıyla evine ve zihnine girmesine hâlâ müsaade ettiğini düşündü. Bir bakış ve bir kuruş dahi olsa bu çarka âlet olmaması gerekmesine rağmen şimdiye kadar verdiği maddi ve manevi destekten ilk defa bu kadar fazla ve derin bir pişmanlık hissediyordu.

Kim bilir kaç yanlışı, kaç hatası vardı da, doğrusunu özümsememekten, sindirememekten, zaafiyetinden, nefsine ve şeytana direnememekten hâlâ bırakamıyordu. İman ettiklerini yaşamaya çalışırken, kaç apaçık tâvizi vardı da her gün mânâ âleminde derin çukurlar açmaya devam ediyordu. En basitinden, malayâni işlere ömründen pay ayırması, diğer tuzaklara da kapı aralıyordu.

Abdestini aldığında öğle ezanı okunmaya başlamıştı. Kafasında henüz susmamış olan derin düşünceleriyle evden çıktı. Dünya misafirhanesinde geçireceği kalan ömründe, kendisine verilen cüz-i irade hürriyet ve siyle elinin uzanabildiği, başta kendi hayatını yaşadığı daireyi temiz tutmakta kararlı olmalıydı. Aslında maneviyatını zehirleyen, ama küçük ve önemsiz görünen kirlerin dehşetli tesirini her zaman görebilmek ve hepsinden uzak durabilmek için, namazının ardından bir kere daha Rahman’a iltica etmek üzere, cadde karşısındaki şirin camiiye doğru koşar adım uzaklaştı.

  26.02.2011

© 2021 karakalem.net, Aytekin Akar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut