Ülfet dalından kopan bir yaprak

Aytekin Akar

Ben her ne kadar gündelik olayların içerisinde kaybolup gitmişsem de, benim dışımda, benim de bir parçası olduğum koskoca kâinat harika bir düzen ve ölçü içerisinde deveran edip gidiyor.


KÜÇÜK KIZ, sitenin içerisinde beton yığınları arasında kalmış birkaç ufak ağacın etrafında neşe içerisinde koşturuyor. Birden yanı başımda duruyor, ani bir hareketle yere uzanarak, ayak uçlarıma yakın bir yerde duran, sararıp dökülmüş kuru yaprakların oluşturduğu öbekten hızla bir yaprak kapıyor ve bana doğru uzatıyor. Şaşkın bakışlarım arasında, nefes nefese soruyor: “Bu yaprak benim olabilir mi?”

Üç yaşlarındaki bu şirin kız çocuğu, gözlerini bana dikmiş bir halde, yarım yamalak çıkarabildiği kelimelerle, minik elinde sıkıca tuttuğu kuru yaprakla ilgili ricasına karşılık bekliyor. Sonbahar güneşinin kamaştırdığı kısık gözlerinin muhatabına sıkıca kilitlenmesinden ve minik beyaz yüzünün gülücüklerini aniden askıya almasından tüm ciddiyetini topladığını anlayabiliyorum. Onu daha fazla bekletmeme isteğim ve hiç ummadığım böyle bir soruya muhatap olmamın şaşkın telaşıyla cevabım fazla gecikmiyor. “Tabii canım. Elbette senin olabilir”

Öyle ya tüm dökülmüş yapraklar benim sayılır! Dilersem toplar, isteyenlere bol bol hediye edebilirim. Benim olmasa bile, en azından tasarrufumda olabilir. Elime geçirebildiklerimi dilediğim insanlarla paylaşmama eminim ses çıkaran olmaz. İyi de ömrünü tamamlamış, kurumuş, solup sarararak dalından yerlere dökülmüş bu yapraklar kimin, ne işine yarar ki?

Şaka bir yana, yerdeki kuru bir yaprağı bile diğer tüm yapraklar ve onca teferruat içerisinde dikkate değer bulup özenle eline alarak, ona sahip olabilmek için en yakınındaki yetişkinden izin isteyen bu küçük insanın sorusu, beni tam oracıkta derin düşüncelere sevk ediyor. Hem etrafımda belli bir süreklilik içinde olup bitenlere karşı koyu bir ülfet perdesinin ardında kalarak gittikçe daha çok duyarsız hale geldiğimi fark ediyor, hem de önemsiz dahi görünse her şeyin bir sahibinin olduğu, onun rızası olmadan hiçbir şeyin tasarrufunun mümkün olmadığı gerçeğini yeniden hatırlıyorum.

Ben her ne kadar gündelik olayların içerisinde kaybolup gitmişsem de, benim dışımda, benim de bir parçası olduğum koskoca kâinat harika bir düzen ve ölçü içerisinde deveran edip gidiyor. Gözümle göremediğim kadar küçük varlıklardan devasa âlemlere kadar iç içe geçmiş aklımın alamayacağı mükemmellikte sistematik bir çark asırlardır hiç aksamadan ve duraksamadan işlemeye devam ediyor.

Küçük bir çocukken çevremde tabiat hadiseleri gibi olup bitenlerle çok daha ilgili iken, büyüdükçe zihnimdeki sıradanlaştırma mekanizmasının, sürekli ve sıklıkla yaşananlara karşı beni vurdumduymaz bir halete büründürmeye başladığını fark edebiliyorum. Sanki bakıyor olmama rağmen, artık çoğu kez görmüyor, işitmeme rağmen artık dinlemiyorum. Oysa her türlü ihtiyacımın karşılandığı, sayısız maddi ve manevi nimetlerle donatılmış bir âlemde, etrafım çeşit çeşit varlıklarla, türlü türlü ibretli hadiselerle sarılmış ve benim dönüp fark etmemi, selam edip kendileriyle sohbet etmemi bekliyorlar. Ben ise, onlarla nadiren alakadar olmak dışında, çoğu zaman kendi hayatımda cereyan eden hadiselerden müteşekkil küçük âlemime kapanıp, üzerime ülfet yorganını çekiyor, ömrümün en güzel zamanlarını gaflet uykularında geçiriyorum. Tıpkı deniz içerisindeki canlıların mükemmel biçimde yaşattırılmalarına, muhteşem çeşitlilik ve güzelliklerine gözlerini kapayıp, sadece arada sırada denizin üzerinde rüzgârla meydana gelen dev dalgalara veya güneş ışıklarının su yüzeyindeki cümbüşüne dikkat eden adam misali yaşayıp gidiyorum.

Diğer taraftan da aynen Mesnevî-i Nuriye’de bahsedildiği gibi, ilk yetişme dönemlerimizde kâinatta olup bitenleri bize anlatan birçok eğitici ve yazar, genellikle ülfeti ilim kabul etmişler, alışılmış hadiseleri önemsiz görerek, “bunlar sıradandır, adiyattandır” diyerek bize de önemsiz göstermeye çalışmışlar. Oysa küçücük zerreler bile incelendiğinde harika sanatların, eşsiz güzelliklerin ayan beyan ortaya çıkmasına rağmen, bu gaflet ehli bunları hiç nazara vermeyip, insan eli karışamadığı için "ülfet, âdet, kanun, yeknesaklık" perdesi altında saklayıp, basitleştirici isimler takarak, geçici bir surette hem kendilerini hem de benim gibi kendilerinden doğrudan eğitim alanları oyalamışlar, kandırmışlar. Görüş ufkumuzun da en fazla insan elinin erişmesine izin verilen kısma kadar uzanmasını istemişler. Ayrıca, görünürde sadece bana doğrudan tesir eden, sürekli farklılıkların cereyan ettiği kendi gündelik hayatıma aşırı şekilde yoğunlaşmam da, beni kâinatı temaşadan uzaklaştırıyor. Neticede, bir yaprağın solarak yere düşmesinin işaret ettiği mevsim değişiklikleri gibi muhteşem tabiat hadiseleri beni ilgilendirmez, dikkatimi çekmez ve bende hayret uyandırmaz hale gelebiliyor.

Birbirine nispetle farklılık, değişkenlik gösteren ve bana tesir eden gündelik hadiseler içerisinde, benim önemsediklerimden ne kadarı gerçekte böylesine önemli ve kalıcı, ne kadarı malayani ve sufli diye düşünüyorum. Hangileri ilgimi çekmesi, ciddi oranda zamanımı alması gerekenler veya hangileri gösterdiğim ilgiyi, harcadığım zamanı aslında hiç te hak etmeyenler?

Kendime çeki düzen verip, hakiki manada tesirimin olamayacağı hadiseleri kaza ve kadere bırakmaya başladığım ve bir neticeyi gaye edinerek, onun gerçekleşmesi için çalışıp geriye kalan kısmında tevekküle müracaat ettiğim zamanlarda bile garip bir ülfet karanlığına düştüğüm çok olmuştur. Demek ki, alışmak ve alıştıkça sıradan görmeye başlamak insani bir vasıf ve mühim bir imtihan vesilesidir. İnsana düşen sık sık bu halden silkelenmek olmalı. Aksi takdirde, nasıl zamanla böylesine alışmış olduğumuzu fark edip arada bir hayret etmek dışında, alışılmış hadiselere karşı dimağımıza inen perdenin gittikçe kalınlaşmasına engel olamayabiliriz.

Kitab-ı Kainat olan Kur’an’da Rabbimiz bizi beş yüze yakın ayette tefekküre sevk ediyor. Peygamber Efendimiz aleyhissâlatu vesselam bir hadisinde bir saatlik bir tefekkürün bir senelik nafile ibadet değerinde olduğunu bildiriyor. Etrafımızda bize mesajlar vermek için yaratılmış mevcudatın farkına varabilmek ve onların lisan-ı hallerine kulak verebilmek, tefekkürü böylesine kıymetli hale getiriyor. Ülfetten sıyrılmak ise, sağlam bir tefekkür ile mümkün olabiliyor. Bu sebeple tefekkürden sıklıkla uzak kalmak, ülfete düşmeye kapı aralıyor. Ülfet yani alışkanlıklar, insanı günah işlemeye meyyal olan nefsiyle baş başa bırakıyor. Günahların kalplerdeki siyahlığı gittikçe koyulaştırması gibi, ülfet de insandaki gaflet perdesini gittikçe karartıp kalınlaştırıyor. Günahlara devam eden, bunu alışkanlık ediniyor, günahında derinleşiyor, hatta ustalaşıyor. Bu vaziyet ise, hem daha büyük günahlara yol yapıyor, hem de insanı mevcut kötü alışkanlıkları makul görme, günah kabul etmeme gibi sapkınlıklara götürebiliyor. Velhasılı Bediüzzaman’ın işaret ettiği tehlikeye kadar mesele büyüyebiliyor: “Her bir günahta, küfre giden bir yol vardır.”

Alışkanlıklar, ortam körlüğü denilen vakada olduğu gibi insanı yakınındakileri görüp fark edebilmekten uzak kılıyor. Belki de Rabbimiz o sebeple, her büyük ve genel bir sabitin içine birçok değişken dercetmiş. Dikkatimizi celb etmek için, her yılı sabit kılmışsa da mevsimleri sırayla içine gömmüş. Mevsimlere benzerlikler vermişse de içlerine farklılıklar yerleştirmiş. Kendi hayatımızı bile hastalık-sağlık, fakirlik-zenginlik gibi değişip duran haller ihtiva eden zamanlara dilimlemiş. Ülfete kapılıp, yeknesak bir halde yerimizde saymayalım ve hareketin olduğu yerde canlılığın ve bereketin olduğunu anlayalım, gerektiğinde sabredelim ve şükredelim diye hayatı topyekün rengarenk değişikliklerle çeşnilendirmiş. Silkelenip olan bitenlerdeki mesajları algılayabilmemiz için ana yollara soluklanacağımız ve kim olduğumuzu, nerede ve ne amaçla bulunduğumuzu sorgulayacağımız, hatırlayacağımız duraklar yerleştirmiş. O halde, bize düşen kafamızı gömüp, gözümüzü kapatarak, yakınımızda esen her dünyevi rüzgârın sağa sola sürüklediği bir kul olmak değil, ülfet perdelerini yırtarak tefekkür âlemlerinde seyahat eden ârif kullara benzemeye çalışmak olsa gerektir.

Zira hep hatırlamalıdır ki, bir tek sarı yaprak bile boşu boşuna, izinsiz dalından düşmüyor ve sahipsiz değildir.

  09.02.2011

© 2021 karakalem.net, Aytekin Akar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut