Arşiv

Mâûn – Bakara Hattı

AYETLER ARASINDA DOLAŞIRKEN, uzaktan uzağa da olsa, şu gerçeği farkederiz: Her bir âyet Kur’ân’ın bir özeti ve Kur’ân ağacının bir çekirdeği hükmündedir. Birazcık içine girilecek olsa, her bir âyetin dal ve budaklarının bütünüyle Kur’ân’a yayıldığı görülecektir. Kur’ân âyetleri arasında, bu derece muazzam bir irtibat, iştibak ve insicam vardır.

Bu, Kur’ân’ın en güzel tefsirinin gene Kur’ân olduğunu da gösterir. Zira, şifresi ve anlamı ilk anda çözülemeyen birçok sûre ve âyet için bir başka sûre veya âyet anahtar işlevi görmektedir.

Bu vâkıanın bir örneğini, yıllar yılı anlamını dünyama açamadığım Mâûn sûresi vesilesiyle bizatihî tecrübe etmiş bulunuyorum.

Mâûn sûresi, mâlûm, en kısa sûrelerden biridir. Neleri sözkonusu ettiği, herhangi bir meal veya tefsire bakıldığında, anahatlarıyla anlaşılabilir. ‘Din’i, kimi müfessirlerin yorumuyla ‘din günü’nü yalanlayan kişilere dikkat çekerek başlayan sûre yetim ve yoksula karşı takınılan tavırla devam etmektedir. Sonra, manidardır, ‘namaz kılanlar’a yönelik bir veyl gelir. Bu veyle muhatap kılınıp "Yazıklar olsun!" diye anılan ‘namaz kılanlar’ın kimler olduğu ise, sûrenin devamında anlatılır: Onlar ki, namazlarından gafildirler. Gösteriş yaparlar. Ve en küçük bir yardımı bile insanlardan esirgerler.

Birçok tefsirde, bu sûrenin iki grup insanı anlattığı söylenir. İlk üç âyetin kâfirlere, son dört âyetin ise münafıklara baktığı belirtilir.

Peki, bu iki grubu yedi âyetten ibaret bu kısacık sûrede beraberce zikretmenin hikmeti ne olabilir? Zât-ı Zülcelâl onları kısacık bir sûrede beraberce zikrederek dikkatimizi bu iki grubun bazı ortak özelliklerine yöneltiyor olmasın? Hem nedir bu ‘veyl’in sırrı?

Şahsen, Mâûn sûresinin sınırsız dünyasını bu sorular eşliğinde bir derece tanımam, zahiren onun çok uzağında olan bir âyetin dersiyle oldu. Çok uzaklarda olan bir âyet, diyoruz; zira, bu âyet ile Mâûn sûresi arasında altıyüz sayfa ve altıbin altıyüz küsur âyet bulunuyor.

Sözün kısası, Mâûn sûresinin anlam denizinden bir hisseyi kendi akıl ve kalb kabıma doldurmama Bakara sûresinin bir âyeti vesile oldu. Bu en uzun sûre ise, huruf-u mukatta ile, yani kesik harflerle başlar: Elif, Lâm, Mîm. Ve, huruf-u mukattaa ile başlayan başka bütün sûreler gibi, dikkatleri ilk olarak Kitâba çekerek, Kur’ân adlı bu Kitâb-ı Kerîm’in ‘müttakiler için bir hidayet rehberi’ olduğunu bildirir. Üçüncü âyet ile de, ‘müttakiler’ tarif edilir: Onlar ki, gayba iman ederler, namazlarını dosdoğru kılarlar (namaz üzere kâim olurlar) ve de infak ederler. Ama, şundan-bundan, meselâ gözünde eskiyen yahut canının çekmediği şeyden infak ediyor değillerdir. Bilakis, âyetin buyurduğu üzere, "onlar ki . . . kendilerine rızk olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler."

İşte bu üçüncü Bakara âyetinin Mâûn sûresinin sınırsız dünyasını bir derece aralamama vesile olan ilk kelime, ‘yunfikûn’ (infâk ederler) oldu. Çünkü, iki ayrı güruha veyleden Mâûn sûresi, bu iki güruhu da, ‘infak’a zıt tavır ve davranışlar ile tarif ediyordu. Bunlar, kendilerine ihsan olunmuş şeylerden başkalarının istifadesine engel olan insanlardı. Kâfirleri tarif ettiği düşünülen ilk üç âyete bakarsak: "Onlar ki . . . etimi yüzüstü bırakırlar, yoksulu doyurmaya teşvik etmezler." Münafıkları tarif ettiği düşünülen son dört âyete nazar edersek: "Onlar ki . . . mâûnu men ederler." ‘Mâûn’u; yani işe yarayacak en basit birşeyi, en küçük bir yardımı bile insanlardan esirgerler.

Velhasıl, Mâun sûresinde zikredilen iki güruhun da infaksızlık illetine dûçar olduğu ortadadır.

Peki, bir insan, neden infak etmez? Neden kendisinde olandan başkalarını da istifade ettirmez? Hususan, ihtiyaç halinde olana niye vermez? İhtiyacı apaçık ortada, lâkin bu ihtiyacı karşılamaktan da aciz olan yetimden ve yoksuldan dahi niye malını sakınır? Hem, ‘mâûn’u, yani kullanılıp geri verilecek küçük bir eşyayı bile niye esirger?

Bakara sûresinin üçüncü âyetinin son kelimesi olan ‘yunfikûn’un öncesi, bu soruların tümünün cevabını içerir. Zira, Rabb-ı Rahîm ‘infak eden’ müttakileri bu âyette "Kendilerine Bizim verdiğimiz rızıktan (yahut: kendilerini rızıklandırdığımız şeyden) infak ederler" diye tarif eder. Bu tarif ise şu hususları tazammun etmektedir:

Bir kere, bu müttakilerin dünyasında bir ‘rızk’ kavramı vardır. Müttakiler kendilerinde olan herşeyióbu bir gıda maddesi olur, başka bir mal olur, ilim olur, başka herhangi bir şey olurósahiplenmezler; zira onu bir ‘rızk’ olarak bilirler. Başkalarının ‘mal’ diye görüp geçtiği, onların nazarında ‘rızk’tır.

Hem, bu ‘rızk’ın kimden geldiğini de çok iyi bilmektedirler. Bunlar, onlara Allah’ın verdiği rızk’tır. Vereni bildikleri için de, verilenden bir kısmını Veren namına başkalarına vermek onlara ağır gelmez. Çünkü, sahiplenmemiş; "Ben kendim kazandım" nefisperestliğine yeltenmedikleri gibi, bu malı ‘şans,’ ‘piyasa,’ ‘hükûmet’ vs.den bilme esbabperestliğine de düşmemişlerdir.

Kendi elindeki rızkı Rabbinden bilen, yani Rabbini Vehhâb (çok çok veren), Rezzak, Kerim ve Muhsin olarak tanıyan biri ise, "Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın" irşadına elbette uyacak; Veren bir Rabbin kulu olarak, kendisine Veren Rabbi namına, o da verecektir.

Bir meali "Onlar ki, gayba iman ederler, namazı ikâme ederler, ve kendilerini rızıklandırdığımız şeyden infak ederler" olan âyette ‘müttakiler’ için kullanılan diğer iki tarif de bu hususla bağlantılıdır. Bu noktada öncelikle dikkat edilmesi gereken şudur: Bu âyet de ‘namaz kılanlar’dan söz eder. Lâkin, Mâûn sûresinde veyledilen ‘namaz kılanlar’ için kullanılan ‘musallîn’ yerine ‘ve yukîmunes-salâti’ ifadesiyle! Onlar, namazın yalnızca zahirî şartlarını yerine getirir halde ‘namaz kılıyor’ değillerdir; onlar, namazı gerçekten ve dosdoğru kılmaktadırlar. Doğru fiili doğru niyetle icra etmektedirler. Ki, hayatları namaz üzere kâimdir.

Namaz ise, ‘hâzırâne ubudiyet’in zirvesidir. Kulun kendisini ve tüm sebepleri aşarak Rabbinin huzurunda durduğu muazzam bir ubudiyet halidir. Namaza gerçekten hakkını veren biri, zaten, rızkı Vereni de bilir. Kendisine verilen rızktan, kendisine verilmiş ikram ve ihsan duygusuyla infak etmeyi de bilir. Rızkı sahiplenmediği gibi, infakı sahiplenmemeyi de bilir.

Zaten, âyet, o ‘müttakiler’in ilk özelliği olarak, ‘gayba iman’ı zikreder. Malı kendinden bilen de, sebeplerden bilen de, ‘gayba iman’ hakikatinden nasipsizdir. Böyle biri ya kendini rezzak olarak bilmektedir; yahut piyasayı, hükûmeti, müşteriyi, toprağı vs.yi.

Oysa infak etmek, nefsini aşan, sebepler perdesini aralayan, gayb-aşina bir nazarla nefis ve esbab perdesinin ardında işgören Rezzak-ı Kerîm’i tanıyan, kendisinin de o Rezzak-ı Kerîm’in emrine uymakla yükümlü olduğunu bilen, kalbine fıtraten yerleştirilmiş ‘verme’ duygusunu Kelâmullah ile gelen ‘infak edin’ emri uyarınca yerli yerince uygulamaya bu yüzden hazır olan insanların kârıdır.

İnfak etmek ya da etmemek, bu hakikatlerin bir insanın kalbinde yer edip etmediğinin göstergesidir. Mâûn sûresi, infaktan uzak duranlara, ‘musallîn’ olsalar bile, buna binaen yazıklar etmektedir.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut