Biz dünyalı değiliz

Aytekin Akar

KOLAYINA KAÇILIR çoğunlukla. İnsanlar davranışlarında sık gözlemlenen özellikler ile tasnif edilir. Sinirli bir adam, neşeli bir bayan, kibar birisi gibi… Böylesi yargılara doğuştan gelen özellikler, ailenin, yakın çevrenin tesirleri ve daha önce yaşanarak huy ve alışkanlık haline getirilmiş davranış kalıpları sebep olur. Sinirli, aksi, mahzun, neşeli gibi tanımlamalar insanın üzerine yapışıp kalabilir.

İnsan mazide yaşadıklarını ne kadar çok yansıtsa ve başkalarına farklı zamanlarda benzer görüntüler sergilese de, sürekli kederli, üzüntülü veya neşeli yaşayamaz. Ne sürekli acı çeker, ne de sürekli gülebilir. Dünya gibi insanın da iklimleri, mevsimleri vardır. Yazı, kışı, baharı, güneşi, yağmuru, rüzgarı vardır. Dünya için yaratılmamışsa da dünyayla benzer çok hallere bürünür. Zira, bir ahtapotun kolları gibi bizi sardığından, asıl vatanımız olmasa bile dünyada iken hepimiz birer dünyalı gibiyiz.

Çocukluktan başlar dünya sevgisi. Hayata alınan ilk nefes, zaten onun atmosferinden bir parçadır. Sonrasında yaşayabilmek için, gözler her an onun üzerinden insanlara sunulan nimetlerde olur. Yıllar ilerledikçe, insanın yeryüzünde sevgi duyduğu, gönlünde, kalbinde büyük yer tutan, sımsıkı bağlandığı o kadar çok şey birikir ki. Dünyanınkine nispetle çok cüzi olan ömrü boyunca, insan misafir olduğu bu mekanda ev sahibi rahatlığıyla davranmaya başlayıverir. Cisimleri tutan ve bırakmayan yerçekimi kuvveti gibi, derinlerine daldıkça şiddeti daha da artan bir çekim kuvvetine maruz kalır. Rabbinin emanetlerine yapıştıkça, kendisine aitlermiş ve ebediyyen kendisiyle birlikte olacaklarmış zannına kapılır. Geçemediklerinin haddi hesabı olmaz. Daha çok yaşama arzusu ve daha çok mal mülk edinme isteği en kırılgan noktalarıdır. Bu yüzden, elindekileri kaybettiğinde üzülür, ölmeden de kolay kolay bir türlü ölemez.

Aynı dünyanın çatısı altında aynı mekanı paylaşırken, insanların kimi fakirdir, kimi zengin. Kimi zayıf, kimi güçlü. Kimine kıymetini bilsin, şükretsin diye bol bol ikramlar yapılırken kimi de sabretsin diye köşede bucakta sıkıntılara maruz bırakılır. Öyle ya, unutanlarımız olsa da veya unuttuğumuz zamanlar, dünya bizim için imtihan dünyası ve ahiretin tarlasıdır.

Kazanmak varsa nasibimizde, kazanırız ve bol bol harcarız. Kimi yırtık ayakkabı bulamazken, biz belki pırıl pırıl deri çizmeleri zor beğeniriz. Çoğumuz kazancımız el verdiğince, evlerimizi en lüksünden dayayıp döşeriz. Elbiselerimizi moda listelerinden seçer, en şık olanından, en yakışanından dizi dizi alırız. Kazaklarımız, bluzlarımız, ayakkabılarımız, yazlıklarımız, kışlıklarımız, mevsimliklerimiz… hayatımızda vazgeçilmez ve ihmale gelmez tutkulara dönüşür. Gerçi, kazandığımızdan da çok fazla veremeyiz. Hatta kısa süreliğine bile aç gezemeyiz, uykusuz duramayız, aslında zora da pek fazla gelemeyiz.

Meşru dairede kanaat edemeyen, sürekli olarak nefsinin arzularını tatmin etmeyi maksat edinen insan, dünyaya saplandığı ölçüde kıblesini de şaşırır. Bakışları yeryüzü ufuklarını aşamaz, kâinatı okuyamaz. Kâinatı okuyamadıkça, onun süzülmüş bir hülâsası olan hayatı da idrak edemez. Yaşamak için yaşar hale gelir. Hedefi sadece 'dünyadaki ömrünü rahatça sürdürmek, bu alemde keyif sürmek, eğlenceli zaman geçirmek, lüks yaşamak' olmaya başlar. Dünya ile böylesine bir bağlılık, ona ahiretini unutturur. Oysa şeytanın ve nefsin en büyük tuzaklarındandır dünya sevgisi. Ölümü öldürmeye gücü yetmeyen, basit bir virüse karşı koyamayan aciz insan, mayasındaki fıtri kulluk duygusunu bu alemdekilere tevcih ettikçe, yaşadığı her sıkıntıda isyankâr feryatlara kapılır, dengesini kaybeder, bakışları bulanır, dünyası kararır.

Misafirhane sahibinin nihayetsiz ikramlarını, ihsanlarını, veriliş gayeleri dışında sarf ettikçe, israfa düşer. Dilini, bakışlarını, duygularını, uzuvlarını israfta kullanır. Servet, aile, evlat gibi nimetlere sevgi ile bağlanırken, onlardan ölçüyü aşmadan nasiplenmesi gerektiğini unutuverir. Oysa bunlar, dünya hayatının -sadece itina ile alaka gösterilmesi gereken- süsleridir. Dileği dünyadan bol bol zevklenmek olan insan nefsi ise süse pek düşkündür ve çok zaman zaruri ihtiyaç ile süsü, lüksü ve gösterişi karıştırır.

Üstad Bediüzzaman, bir soruya karşılık olarak dünyanın yüzlerini şöyle bize tarif eder:

“Dünyanın üç yüzü var:

Birinci yüzü, Cenâb-ı Hakkın esmâsına bakar; onların nukuşunu gösterir, mânâ-i harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.

İkinci yüzü, âhirete bakar; âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete lâyıktır.

Üçüncü yüzü, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânîdir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadîste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.” (Sözler-32. Söz)

Dünyayı sahiplendikçe, onun bu üçüncü yüzüne aşık oluruz. Ona bağlandıkça derinlerine iner, indikçe de çekimine daha fazla kapılırız. Bizi girdap gibi içine almaya başlar. Nefsimiz şımarır, semirir, baş edilmesi zorlaşan hallere girer. Nefsimizi, meşru daireyi aşarak besleyen tüm dünyalıklar kalbimize kasvet verir, karartır. Dünyaya aşık olan nefsimiz, bekaya arzu duyan kalbimizin elinden tutar, zevk veren güzelliklerin ahiretteki asıllarını unutturup gölgelerinin peşinde sürükler.

Dünyada yaşarken hem onu kirletir, hem biz kirleniriz. Bazen, yüreklerimiz daldığımız gaflet bataklığından sıçrayan günah çamurlarıyla kararmış, tövbelerle temizlenmeyi bekler durur. Şükretmeden, hoyratça suiistimal ettiğimiz, manen hırpaladığımız tüm emanetler, ellerimizden tek tek kayarak bizden şikayetçi bir halde asıl sahibine gider.

Dünyadan ayrılmak da pek hüzün vericidir. Ayrılma vakti ansızın gelip çatan sevdiklerimizi, gönlümüzde, sırtımızda yolcu ederiz bu dünyadan ve kendi dünyamızdan. Belki de onlar vedâ etmeye bile fırsat bulamadan asıl memleketlerine giderken, kolaylıkla koyamayız kendimizi onların yerine. Onlarla geçen güzel hatıralar ve içimizi parçalayan acılı ağıtlara eşlik eden gözyaşlarımız, bir nebze onların yerinde olacağımızı hissettiriverse de hemen bilinçaltımız mırıldanmaya başlar: “Merak etme. Sana daha çok sıra var, çok fırsat var önünde güzel yaşamaya.” İstikbale dair ümidi, teselli kalkanı ediniriz yaşadığımız zamana, yaşanacak uzun yıllar için elimizde senet var gibi. Oysa biliriz, yolcu ettiklerimiz de, dünyada iken gitme vaktine daha çok zaman olduğu ümidiyle yaşıyorlardı.

Madem geçici bir süreliğine ve kulluk için buradayız, dünya ile münasebetimize dikkat etmeliyiz. Bir yandan sürekli olarak dünyadan nasiplenirken, bir yandan da en kıymetli sermayemiz olan ömrümüzü onun çirkin yüzüne meftun hale gelerek heba etmemek için, onunla mesafemizi ayarlamamız, ona verdiğimiz değeri sık sık gözden geçirmemiz gerekiyor. Zira, biz dünyalı değiliz.

  12.12.2010

© 2021 karakalem.net, Aytekin Akar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut