ŞU SIRALAR Konevi kitaplığında vakit geçiriyorum. Yaptığım şey “vakit geçirmek” çünkü ne kadar istifade ediyorum bilemiyorum. Bana göre istifadem çok, zira cümlelerinin yüzlercesinden yalnız biri hakkıyla idrak edilse diğerlerini açan bir miftah oluyor, ancak belki de kabım küçük olduğundan Konevi deryasından aldığım bir küçük bardak bile bana çok geliyor. Belki onu kastının çok altında fehmediyorum. Allahu a’lem bissavab. Meziyet öğretenin kusur benim. Tatlı ve sulu üzümlerin hâsiyeti kuru çubukta aranmaz. Burada zikrettiğim ne varsa hakikaten de üzüm ciheti Konevi’nin, kuru çubuk ciheti benim.
Konevi kitaplığına girişim elbette İbn’ül Arabi okumalarıyla başladı. Sadreddin Konevi, İbn’ül Arabi’nin birinci ve has talebesi, aynı kaynaktan, aynı gözeden, aynı ilim şerbetini içmiş biri, Arabi’nin de tasdikiyle onun tamamlayıcısı, has şarihi. Hocamın belirttiği üzere bir kurucu düşünür. Şeyh-i Ekber’in yanında Şeyh-i Kebir, denize kavuşan nehir. Yine öğretmenimden öğrendiğim, sonra aynelyakin de görüp tasdik ettiğim şu ki: Musa için Harun neyse, Arabi için de Konevi o. Harun(as) nasıl Musa(as)’ın mesajını anlaşılır kıldı ise, ve soyundan gelenlerle bâki kıldı ise, Konevi de aynını Arabi için yapıyor.
Arabi tefekkürünü Konevi’siz anlamak mümkün değil, anladığınızı sanırsınız, yanılırsınız. Anladığınız zannına yol açan Arabi’nin Konevi’ye göre daha yalın olan uslubudur, denizin akıntısı ilk bakışta nehrinki kadar göze çarpmaz, sureta daha kolay yüzülür denizde. Ancak denizde açılmanız dahlinde kurtarılamamanız, kaybolmanız, boğulmanız daha kolaydır. Oysa nehir sizi bir yerden kolayca kıyıya atıverir, orda boğulmanız daha zayıf bir ihtimaldir. Konevi, Arabi düşüncesini sistemli hale getirir. Vahdet-i Vücud gibi zor anlaşılır meseleleri, anlaşılır hale getirir. Ehli-i istiğrakın Arabi külliyatında boğulduğu yerde boğulmamak, ehl-i aşkın gözlerini kapadığı yerde gözü açık gitmek, sekr halinde ebediyyen kalmayıp ayılmak Konevi marifetini Arabi muhabbetine katmakla mümkün.
Konevi İlim ehline konuşur. Meseleleri delillendirir. Mihenge vurur. Deliller ve temel prensipler sunması, vahdet-i vücud’un ilk bakışta insana küfür gibi gelen meselelerini apaçık izah eder. Ancak anlamak için bu kez gönle değil, medrese usulü terbiye edilmiş akla sahip olmanız gerekir. Bu da ciddi bir Risale-i Nur talebesinin Üstad’ın himmetiyle, talimiyle sahip olduğu bir şeydir. Risale’nin sizi “Bu zamanda esaslı bir alim” kılması, medreseden geçmeden sizi ilim ehli yapması, sizi Konevi’yi rahatça anlar hale getirir. Konevi muhakkiklerin dilini kullanır. Muhakkiklerin ilmi marifettir. Okuduğunuz her kavramın size tanıdık gelmesi bundandır. Ancak Konevi size o kavrama ilişkin kendi bakış açısını, nazarını sunar. O da tasviri iddia ile yetinmez, bürhan gösterir. Bu bir Nurcu’nun en çok sevdiği şeydir.
Böylece Konevi kalbinizi fetheder. Benim etti…
Konevi Marifet Yolcusuna Kılavuz’da biz Nur talebelerinin çok aşina olduğu bir söylemle, kimi zaman ehl-i aşkla ehl-i vahdet-i vücud ile çatışmamıza, bazen onları anlamamamıza, bazen de onların bizi anlamamasına yol açan sakıncayı, bakınız nasıl ortadan kaldırıyor.
“Tavr-ı Nübüvvetin Marifeti Beyanındadır” ismiyle anlattığı bu meseleye, evvelen velayetin nihayetinin nübüvvetin bidayeti olduğu söyleyerek başlar. Bu Arabi’de anlaşılamayan, ve dahi yanlış anlaşılan velayet/ nübüvvet ilişkisinin vazıh bir biçimde anlaşılır hale getirir. Sonra evliyayı iki sınıfa ayırır:
Ve burada bilinmelidir ki:
Evliya iki kısım olup, bir kısmı evliyayı merdud yani işhad için sahve iade olunmuş mükemmil olup onlar “ukala” ve “hoşyaran”; diğer kısmı, “evliya-i müstehlek-i kamil ve müstağrak ve sekran”dırlar.
Amma, evliya-i müstehleki mazik-i beşeriyetten ihraç ile bahr-i umman-ı ahadiyyete gark ve şuhud-ı celal ve cemal-i samediyyette mahv ederler; kendilerinin kendiliklerinden haberi olmaz, artık başkalarıyla nerede uğraşabilirler ve onlarda o vüs'at ne zaman olabilir ki, ahar kimseyi Cenab-ı izzete aşina edebilsinler.
Müşar-i ileyhimin zikir ve tesbih-i cani hep şu olur:
Ey âşikânın matlabı! Meşgul kıldın sen beni
Bir kurb bahşettin bana zanneyledim bensin seni
Aşk-i pâkin aldı benden benliği
Kendinden geçmekti aşkın çaresi
Bu taifenin ezvak-ı tavrı nübüvvetten bir nasibi olamaz, kendilerini davetle meşgul edemezler.
Amma evliya-i merdudî ki kevneyn ve hadisat zulümatından ihraç etmişlerdir ve zaman ve makanı onlar hakkında tay ederler ve kendilerini kendilerinden alırlar: “Hakkı batıl üzerine salarız ve onu yok eder, batıl birden yok olmuştur”(Araf 181)
|8Ruy-i yar etse tecelli ben, ben olmaktır muhal
Ben, ben olmak ol zaman mümkün ki, kendim ben olam
Hilim meydanında bir kimse olurdum neyleyem,
Bende ne kalp ve ne can ve serkayd-ı ten ola!|9
Tasarruf-ın cemal-i ezel yine kendilerini kendilerine verir, Bu makama “ispat-i bade’l mahv”derler.
Bu taife-i celileye hil’ât-i niyabeti ilbas ve Kürsi-i hilafete iclas ederler. Ve onların hükmü memlekette nâfiz olur. “Onlardan emrimizle hidayet eden bir ümmet kıldık.”.(Enbiya 21)
“Onlar görüldüklerinde Allah’ı hatırlatan kimselerdir”
“De ki işte bu benim yolumdur, ben ve bana tabi olanlar Allah’a davet etmekteyiz.”(Yusuf 108)
“Allah’a davet eden ve güzel amel işleyen ve ben müslümanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır.”(Fussilet 33)
Anlatımın zor olduğunun farkındayım. Ancak baksanıza dil ne kadar tatlı, bir musiki gibi. Bu yüzden zikretmeden geçemedim, şimdi anlamaya çalışalım. Konevi evliyayı iki sınıfa ayırıyor ve bize ilk sınıfın şahit olduklarına şahit olduktan, bildiklerini hakkalyakin bildikten sonra, sahve yani ayıklığa iade olunduğunu, bundan sonra da tavr-ı nübüvvetle davet ediciler olarak halkın arasına karıştıklarını söylüyor. Onlar için iki kevnde/alemde karanlık bir nokta kalmamıştır. Onlar kendileri olurlar, Hak olmadıklarının kendileri olduklarının farkındadırlar. Buna kendilerini Hak’ta mahv ettikten sonra sübut bulan, ispat-i vücud eden, yani bir daha asla mahv olmamak ve fena bulmamak üzere baki var olanlar diyebiliriz. Bu makama cemden sonraki fark makamı, yahut cem-ül cem makamı da deniliyor.
Bizim dilimize çevirirsek bu tavr-ı nübüvvet üzere evliya, velayet-i kübra sahibi asfiya yahut varis-ün nebi velilerdir. Onlar makam-ı abdiyyettedir. Enel Hak demezler zira Hak değil haza kuldurlar. Onlar uruç etmiş ve kemale ermiş ancak sonra nüzul etmiş ve tekrar beşeriyet libası ile irşad vazifesine başlamışlardır. Beşerdirler. “Ene beşerun mislukum” ayetindeki gibi, sahabe üzerinde görüldüğü gibi beşeriyet halleri gösterirler. İnsanlar onları kendilerinden uzak meleki bir tavırla değil ünsiyet edecekleri beşeri bir tavırla görür. “Çarşı ve pazarda dolaşan” “Bizim gibi yiyip içen” dirler.
Diğer grup evliya ise ehadiyyet-i cem makamında boğulmuş, Hak’ta yitmiş ama tekrar kendilerini bulamamış, Hak’tan başkasını idrak edemeyen ve dolayısıyla gayrı irşad edemeyen, kimse için yol gösterici olamayan, tavr-ı nübüvvetten nasibi olmayan evliyadır. Bizim dilimize çevirirsek ‘Kendileri hidayettedirler ama hidayet edici olamıyorlar’. Onlar beşeri azıktan ihraç olmuşlardır, meleki bir tavır içinde dünyadan ve içindekilerden ayrılmışlardır, arza değil semaya yakındırlar. Oysa Allah halifesini arzda yaratmıştır. Dileseydi semadakileri halife kılardı. Allah esmasını tecelli ettireceği en yüksek makamı malzemesi toprak(arz) olan beşeriyet olarak seçmiştir. Bu evliyayı gösterdiği gayri beşeri hadisata bakarak, kerametlerine nazar ederek üstün sananlar, melekleri insanlardan üstün sananlara benzer. Oysa hakikat bunun tersidir.
Onlar kurbiyyetin verdiği sarhoşluktan ben ile Hak arasını ayıramayan, kendilerini Hak ile iltibas etmiş muhabbetlerini marifetle yeterince tekmil edememiş, sarhoş olmuş ama ayılamamışlardır. Mazurdurlar. Ancak makamları evvelkilere nazaran eksiktir. Kuşkusuz bize göre çok çok yukarılarda, göremeyeceğimiz uzaklıkta Hakk’a yakındırlar. Bizden uzak Hakk’a yakın olduklarından bize bir şey anlatamazlar. Anlaşılamama problemi onlar için caridir. Zaten hep bundan yakınırlar. Oysa etraf onları anlayamamakta olduğu kadar onlar da kendilerini anlatamamaktadırlar, kemal odur ki, kitabullah gibi, rasulullah gibi en yüksek makamda dahi en avamın ve hatta bir küçük çocuğun anlayacağı dille konuşur, tenezzül buyurur.
Evvelki grup ise Hakk’a yakın oldukları gibi aleme de yakındırlar, aşktan sonra şefkat makamındadırlar, hilafet tahtındadırlar, alemle Hak arasında yaradılış maksatlarına tastamam uyan berzah varlık olma durumuna erişmişlerdir. Bunlara Araf insanları, yahut Had insanları da denir. Kimi dillerde isimleri Mecma-ul Bahreyn’dir. İki denizin(mümkün ve vücub) buluştuğu yerde dururlar. İki tarafın ehlini (zahir ve batın) birbirleriyle konuştururlar, iki alemi (mülk ve melekut), buluştururlar. Zülcenaheyn olanlar ta kendileridir.
Bakınız Konevi onları tanımamız için bir takım alametler de serd ediyor. Bunları serd ederken “Muhakkiklerin aralarında külli meselelerde fark yoktur ancak belki cüziyatta fark olur” sözünü de tekrar hatırımıza getiriyor. Eminim bana tanıdık geldikleri gibi size de gelecekler. Ben değil, Konevi söylüyor:
Amma ashab-ı mükaşefatın bildiği diğer hassa vardır ki, ahkam-ı şerayiin ve netaic-i amalin esrarı, ahval ve ahlakın keyfiyet-i teşahhusu o cümledendir. Sahib-i şeriattırlar ki, iki rekat namaza ne kadar sevap olur ve bir oruç ne semere verir ve “Güç ve kudret sadece Allah’a aittir” ne keyfiyetle künuz-u cennetten bir kenz olur. Ve “Subhanellahu ve bihamdihi” diyen bir kimsenin niçin günahı mahv olur, ve niçin bir gece ve gündüzde beş vakit namaz vaciptir.*(Vacip Arabi ve Konevi ıstılahında zorunluluk anlamı taşır, fıkıhtaki vacip anlamında değildir)
Ve bir kimseden iki namaz fevt olursa, ne kadar ukubete müstehak olur, ve sene-i kamilede bir mâhoruç tutmak niçin vaciptir.
Ve havlân-i havilden sonra yirmi dinardan yarım dinarı müstahikkine niçin sarf etmek lazım gelir(zekat) ve müstahikler kimlerdir ve niçin sekiz sınıfa münhasırdır.
Ve leyle-i kadir niçin bin aydan hayırlıdır. Ve arife gününün orucu niçin iki senelik günahı mükeffirdir.
Ve bu miktarlarda ve vakitlerde ne hikmet vardır. Ve bu âmal-i mahsusanın saadet-i uhreviyeye vech-i münasebeti nedir.
Yani onlar hem ehl-i şeriattır, hem ilimleri şeriatın ahkamına mütealliktir. Ömürleri şiar-ı islamiyeyi ve adab-ı şeriatı vaaz ve lüzumunu, hikmetlerini öğretmekle geçer. Ehli şeriat diye birilerini küçümseyip sanki ondan daha yüce bir maksat, büyük bir hakikat varmış gibi bahs edenlerin kulakları çınlasın. Konevi nasıl da ‘Şeriat hakikattir’ buyuran hocası Arabi’yi tasdik ediyor.
Onların tavr-ı Muhammedi(as) ezvakından nasibi vardır ve onlara enbiya-i evliya derler.
Alel hakikat, hulefa ve verese ve ihvan-ı Hz. Mustafavi onlardır. “Benden sonraki ihvanımla karşılaşmayı özlüyorum” bu taife hakkında işaret-i mahsusadır.Ve “Ümmetimin alimleri beni İsrail’in nebileri gibidir” de onlardır.(Dikkat edin alim sıfatı kullanılmış, çünkü bu hadis rivayetini veli sıfatı kullanarak da nakl eden çoktur, ancak Konevi onların alim oluşlarını veli oluşlarından daha fazla önemsemiş görünüyor, kuşkusuz veli sıfatı da onlar için azam derecede layıktır ancak burada altı çizilen başka bir sıfattır, kanaatimce bu önemli)
Onlar o kimselerdir ki uruc ettikleri zaman istifade ederler, indikleri zaman da fayda verirler.
Keza ehl-i butlan ile(batıl sahipleri) mücadele ve burhan-ı vazihla onların fezaihini keşf ve celal ve azamet-i ilahiyeye layık olmayan “Mlekler Allah’ın kızlarıdır, onun veledi ve ortakları vardır, o üçün üçüncsüdür”;”Allah zalimlerin söylediklerinden yüce ve münezzehtir”(maide 73)kavilleri gibi, tahayyülat ve itikadat-i fasidelerini iptal ilmi; ve keza onların enbiya-i izamı sihir ve kehanet ve cunune nispetleri ve ba’s ve kıyamet ve haşr-i ecsad ve beka-i insan ve ref’i sevab ve ikabı inkarları ilmi; ve o zâbıt-ı külliye ki arzın nizamı onunla kâim olur ve ona “ilm-i hudud ve ahkam” derler, bunun kâffesinin ilmi bî-vasıta-i talim ve taallum ta’lim ve teyid-i ruh-i kuds ile onda, yani tavr-ı nübüvvette hasıl olur.
Bu durumda bu en yüksek makamın velileri, alimler, küfrün itikadı ve hayalatı ile mücadele etmeyi onu çürütmeyi ve iman yolunun hak, küfür yolunun batıl oluşunu bürhan ile göstermeyi bilirler. Ve bunu vahiyin, ruhul kudsün desteğiyle yaparlar, yani onların kalplerine fısıldayan ve davalarına yardım edenler vardır. Zira Allah’ın gökte ve yerde orduları bulunur, ilm-i hudud ve ahkamda onlara yardım ederler. Mücahedelerinde destek verirler. Böylece onlar tek başına bir ordu, tek başına bir millet gibidirler. Çünkü yalnız kendileri için değil herkes için çaba gösterirler. “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir”sözüne masadak olurlar.
Size tanıdık geliyor mu? Bana şunu hatırlatıyor:
“Onuncu Söz küfrün belini kırdı kardaş”
“Tasvir-i iddia ile yetinmeyiz, bürhan isteriz”
“Şeriatın bir adabına bin Said feda olsun”
Allah cümle muhakkikin-i izamdan razı olsun, onların hayatımıza getirdiği nurla yaşıyoruz. İyi ki gidip döndüler, iyi ki bize şefkat ettiler, bizi unutmadılar. Efendimiz gibi Efendileri gibi ‘ümmeti ümmeti’ dediler.
“Milletimin imanını selamette görsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım, zira bedenim yanarken gönlüm gül gülistan olur” buyurdular.
Onlara teşekkür kabil değil, öyleyse Allah onlara namımıza teşekkür etsin.
Allah Konevi’den ve İbnül Arabi’yi ve Vahdet-i Vücud’u her tür yanlış anlamadan kurtaran eserlerinden hakkıyla istifade etmeyi nasip etsin. Ben acizane anladım ki, gözümüze kusur gibi görünen, yolun kurucularından değil, onu eksik ve yanlış anlayan, yanlış anlatan saliklerinden kaynaklanıyor. Öyleyse müdakkik bir nazar lazım. Teenni olmadan ilim olmaz.
Mütemadiyen sahv(ayıklık)halinin sekr(sarhoşluk) halinden yüksek olduğunu, marifetin de en az muhabbet kadar mühim olduğunu anlatan, herkesin Bayezid’i konuştuğu yerde Cüneyd’i hatırlatan, herkesin kerameti öne çıkardığı yerde kelamı ve metafizik ilkeleri zikreden, Arabi denizinde boğulmadan yüzmem için bana Konevi simidini atan Ekrem Hocam'a da buradan teşekkür ediyorum. Kendisi sık sık mollalığının tuttuğunu bir kusur gibi söyler, kanaatim o ki mollalığı onun en mühim meziyetidir. Haliyle bana Konevi’ye mahlas olan ‘hakim-sufi’ neymiş, aynelyakin öğretmiştir.