Derdime sordum, benden yana çok dertli

Aytekin Akar

RUHUM SIKILIYOR. İçeri giriyorum, çıkıyorum, yine de dünya bana dar geliyor. Hiçbir yere sığınamıyorum. Öyle bir derde duçar olmuşum ki, artık zamanı geriye veya ileriye sarıp, ufak bir düzeltme yapmaktan bile acizim. İçim acıyor, silsile halinde hadisenin bu çıkmaza gelişindeki rolümü anlamaya çabalıyorum.

Aslında, başıma gelenlerle ilgili kendi hata ve günahlarımı bilsem de, derdimin bir çığ gibi devleşip karşıma dikilmesi ve bir sarmaşık gibi tüm düşünce dünyama yayılmasına, hayatımı zindan etmesine inanamıyorum. Zira, bu mevzuda her ne kadar hatalarım olsa da, gelişmelerde rolleri bulunan müsebbibler, hatta birbiriyle kesişen ve sorunları tetikleyen, gidişattaki durumu kötüleştiren olayların böyle bir neticeye hizmet ettiğini pek düşünememiştim. Hiç olmazsa bu kişiler ve olaylar olmasa idi, derdim de bu ölçüde büyümeyebilirdi diye aklımdan geçiyor.

Neticede işte bütün huzurumu yitirmiştim ve yaygın tabirle uyku bana günlerce “haram gibi” olmuştu. Bunlar başıma nasıl gelmişti, neden gelmişti, ne yapsaydım, ne yapmasaydım da gelmemiş olsaydı, filan kişi falan davranışı yapmasaydı, feşmekan olay olmasaydı... Zihnim dönüp dolaşıp, aynı minvaldeki geçmişe dönük, çaresizlik dolu sorularla kıvranıyor.

Evet, başıma bir bela gelmişti. Her ne ve her kim (ben dahil) bilerek ve bilmeyerek sebep olmuş olursa olsun, sonunda başım belaya girmişti.

Rabbim, “Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder” (Şura, 42/30) diyordu. Yanlış ve eksik anlamamışsam, bu sıkıntının bir sebebi de işlediğim bazı günahlardı.

Ama yaşarken günaha bulaşmayan hangimiz var ki? Hepimiz kuluz, noksanlıklarımız pek çok. Her lahza imtihan ediliyoruz. O halde, günahlarımızın birçoğunu affeden Gafûr-u Rahîm, bazı günahlarımız için keffaret olsun diye, bu dünyada başımıza böylesine sıkıntılar gelmesine müsaade ediyordu. Hatta başta, “Allah, kime hayır dilerse, ona musibet verir” (Buhari) hadisi olmak üzere, birçok hadisten öğrendiğime göre, bu musibetlerin dünyada iken yaşanması, ahirette büyük bir azaptan korunmamıza yarıyor. Günaha saplanmamış olmak en güzeli, ama günahtan ari olamayan insanoğlu için elbette bu haber büyük bir müjdedir: günahlara keffaret.

Bir lambanın sönmesiyle yanması arasında yaşanan acı bile günahlar için keffaret sayılıyordu. Bunu hatırıma getirmek, hatalarımın da müsebbibleri arasında olduğu derdimin acısını hafifletiyor.

Derdimi aceleyle düşman bilip karşıma almadan, onu dinlemem gerekiyor. Onu dinledikçe, onun sorularıma cevaplarından bana tevbe kapısını işaret ettiğini de duyabiliyorum. Demek ki, bir daha aynı duruma düşmemek için tazarru etmemin ve başta bu duruma düşmemin sebeplerinden olan günahlarım için af dilememin tam vakti girmiş bulunuyor.

Mağfiret kapısına iltica etme ve tedbiri elde tutma nasihatlerine ilave olarak, eğer usülünce sabredebilirsem, derdimin menfi ibadet diye tarif edilen ibadet hükmüne geçeceğini hatırlıyorum. Nasıl ki namaz, oruç gibi müsbet ibadetlerim varsa sabr-ı cemil ile karşıladığım hastalık, dert, musibet gibi menfi ibadetlerim de inşallah benim için ahiretime kurtuluş reçetelerinden olabilecektir.

Cezama razı olup, bu vesileyle terbiye edilen bir çocuk gibi boynum bükük ilahi kapıya yönelmeli, tevbe etmeliyim. Başıma gelenlere engel olamayışımı en yakın biçimde idrak etmemle de, aczimi ve zaafımı hissedebilmeli, Kur’an’daki Eyyüb aleyhisselamın kıssasından ibret almaya gayret ederek, durumu sabırla karşılamalıyım.

Nitekim sık sık hatırlamaya çalışıyorum ki, dünya bir misafirhanedir, bizler de misafirleriz. Cenneti kazanmak elbette ki kolay değil. Bu yolda, bazen rahat, huzur, bolluk, mutluluk ile, bazen de acı, üzüntü, keder, hastalık gibi dertlerle imtihan olunacağız. Sabırdaki kuvveti, bir yandan ibadet ve taatlar için kullanırken, diğer yandan da günahlara dalmadan, meşakkat ve musibetlere karşı kalkan edinirsek, biiznillah imtihandan alnımızın akıyla çıkabileceğiz.

Mevlana’ya göre dert kötü değildir, devaya davetiyedir. Dert ve düşkünlük yer alçağına, deva ise suya benzer. O yüzden nerede dert varsa deva oraya koşar, neresi alçaksa su oraya akar. O halde derdimi sevebilmeli, ilahi rahmeti celbeden kırıklığımın nimet olduğunu anlayabilmeliyim.

Çok aceleciyim. Başıma bir dert geldiğinde hemen heyecanlanırım, telaşlanırım, sabırsızlanır ve temkini terkederim. Oysa, olan biten herşeyin ipinin Kadir-i Mutlak’ın elinde olduğunu hatırıma getirsem ve elimden geleni yaptıktan sonra tevekkül etsem rahatlayacağım. Dünyaya ve hadiselerin akıntısına kendimi kaptırınca, basit bir dalgalanmada bile alabora olabiliyorum. Halbuki, dünyayı dinlesem bana “Aradıkların bende değil. Bende dertler, kederler, üzüntüler, kısacık ömründe hemen sönüveren lezzetler var” diyecek. Hedefimi, asıl yönelmem gereken membaı bana gösterecek.

Bir zelzelenin en şiddetli vuruş anındaki gibi, belanın en ağır darbesini indirdiği an, önceden kavi hale gelmemiş olan kadere iman duvarı yara alıyor. Demek ki, kadere iman ile elde edilen rıza ve teslimiyet, sıkıntı anındaki kederleri izale ediyor, insanı ateşe atan isyanlardan uzaklaştırıyor.

Bediüzzaman’dan ve onun hayatından aldığım derse göre ise, aciz ve zayıf olduğum için belanın çarpan ilk şiddeti ile ağlamam, sızlanmam sabrıma zarar vermeyecektir. Ancak, belanın eleminden olan şikâyetim yalnız Hakk’a olmalı, O’ndan başkasına olmamalı.

Elbette yaşadığım acı, nefsimin hoşuna gitmiyor. Sabırsızlıkla etrafıma, başıma gelenlerden sızlanıp feverana kapılıveriyorum. Halbuki, netice itibariyle bana hayat bahşeden, hayatımı idame ettiren, ihtiyaçlarımı karşılayan Zât’ın, benim başıma bu belayı vermekle bir muradı olmalı.

Tam bu noktada, şu hadis imdadıma yetişiyor: “Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir.” Esrarını bilemediğim, zahiren kötü gibi görünen hadiselerde de bizim bilmediğimiz birçok hikmet var. O’ndan gelen her ne olursa olsun güzeldir. Ya zahiren kendisi güzeldir, ya neticesi güzeldir. Hadiselerin hayır mı şer mi olduğunu, arkalarında ne tür hikmetler olduğunu biz bilemiyoruz. Nitekim Rabbim, “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir” (Bakara, 216) buyuruyor.

Demek ki insandan, İsm-i celal’in tecellisi olarak verilen nimetler için şımarmaması, gaflete düşmemesi, şükretmesi ve ism-i cemal’in tecellisi olan bela, hastalık ve zorluklar için ise isyana kapılmaması, sabretmesi bekleniyor.

Derdimi dinledikçe, mesajlarını alır gibi oluyorum. Ama onun benden yana dertli olduğunu da hissedebiliyorum. Hakkıyla bunu anlayabilmek için daha çok uzun yolum olduğunu biliyorum ve böylesi bir olgunluk için dua ediyorum.

Üstad Bediüzzaman’ın Mektubat’ından rahatlatıcı şu sözler de içime serinlik veriyor:

“Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et. Ona bırak; cefâsını değil, safâsını çek. O hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi ‘Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler’ de, pencerelerden seyret, içlerine girme.” (Yirminci Mektup)

Derdimle dertlenirken, açılan tefekkür kapılarından geçtikçe, mülkü sahibine teslim edebilmenin, derdimin içinde bana dermanını da bulduracağını, derdimi bana, beni derdime sevdirebileceğini hissedebiliyorum.

  02.11.2010

© 2021 karakalem.net, Aytekin Akar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut